8 Aralık’ta Bodrum’da düzenlenen TEDx etkinliğinde yaptığım konuşmada (Youtube’tan Hakikatın Bedeli aramasıyla ulaşılıp izlenebilir) ‘’Hakikat yoksa felaket var’’ diyerek ‘’Hakikatin bedelini ödüyor muyuz?’’ diye sormuştum. O günlerde bana bile sorsanız, TEDx konuşmalarının formatı gereği böyle havalı, iddialı cümleler kurmak gerekiyor diye bu lafı biraz küçümseyebilirdim. Aslında anlatmak istediğim, eğer hakikate bedelini ödeyip sahip çıkmazsak insanlık olarak felakete sürükleneceğimiz gerçeğiydi. Hakikatin olmadığı ortamda kaosun kaçınılmaz olduğunu elbette ilk söyleyen kişi değilim. Bu o kadar açık ki beni şaşırtan odadaki file rağmen hepimizin kendi dalgasında olmasıydı zaten.

O TEDx konuşmasında derdim, gazetecilikte hakikat derdinin ve tarafsızlık iddiasının bile ‘bedelinin ödenmesi’ karşılığında ortaya çıkmış olduğunu anlatmaktı. Bunu da gazetecilik tarihinden örneklerle ortaya koyuyordum. Konumuz bu değil. Detayına girmeyeceğim (meraklısı izleyebilir) ama aynı aralık ayının son günlerinde Çin’de yeni tip koranavirüsün ilk tanılarına ulaşıldı ve hakikatle felaket arasındaki ilişkinin yeni izleri belirdi. Diyeceksiniz ki hakikatin yokluğuyla koronavirüsün yayılmasının alakası nedir? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun sorusu da bu olsun o zaman.

AMERİKA NASIL GÖRMEZDEN GELDİ?

Geçen hafta bu köşede, Türkiye’de özellikle televizyon gazeteciliğinde bu hastalığın uzun süre küçümsendiği ve kamuoyunun uzman kisvesindeki kişilerce nasıl yanıltıldığını anlatmaya çalıştım. Amerika’dan bir yazarsa, benim baktığım perspektifin tam tersinden Amerika’ya bakmış. NiemanLab’de 27 Mart’ta yayımlanan makalesinde Jacob L. Nelson, “Amerika’da haber medyasının aylarca koronavirüs alarmı vermesine rağmen neden kimsenin umursamadığını?” soruyor. Nelson’a göre COVID-19 salgını Çin'in Wuhan şehrinde başladığından beri en büyük ABD haber kuruluşlarından gazeteciler, hızlı yayılmasının yol açtığı tehlikeleri özenle rapor etmişlerdi. Yani Nelson, ABD’nin en büyük haber kuruluşlarının işini yaptığını düşünüyordu. Ancak salgının ABD’deki yayılma hızından da görüyoruz ki insanlar bunu pek umursamadıkları gibi konu hakkında bilgisiz ve tedbirsizler. Nelson bunun en büyük nedeninin, insanların medyaya olan güvenini kaybetmesi olduğunu düşünüyor.

1977’DE SALGIN OLSAYDI?

ABD’de 1977’de yüzde 72 olan haber medyasına güven oranının 2016’da yüzde 32 ile dibi görmesi, bugün ancak yüzde 41’lere çıkmış olması önemli bir gösterge. Kuşkusuz tek başına gazeteciliğin kendisi değil, dijital teknolojilerin yarattığı bilgi kirliliği de bu güvenin kaybolmasında etken. Ancak görülen o ki hakikatin olmadığı noktada salgınların yayılma hızı da değişebilir. 1977’nin medyaya güven oranında bu haberler yapılmış olsaydı, insanlar bu kadar bilgisiz ve hazırlıksız olmayabilirdi. Bu güvenin kaybolmasında medyanın da suçu var ama insanlar da o kadar masum değil. Çünkü hakikatin bedelini ödeme konusunda yaygın bir isteksizlik var. Çünkü nasıl olsa her yerden bedava haber akıyor. Ancak bu bedelsiz akışın yarattığı tahribat tahmin edilenden çok daha büyük.

GAZETE KAĞIDINDAKİ VİRÜS
Bugün ilginç bir şekilde, bu gerçek ‘’Gazete kağıdında virüs var mı?’’ sorusundan bile az tartışılıyor.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Amerikan Hastalık Kontrol Merkezi’ne göre gazete kağıdından virüs bulaşma riski çok çok düşük ve gazete kağıdı güvenli. Zaten virüsün bulaşacak kadar uzun süre yaşamak için canlı bir organizmaya ihtiyaç duyduğu da bilimsel olarak defalarca ortaya koyuldu. Buna rağmen endişeler bitmiyor. Çok çok düşük de olsa risk risktir diyelim de bu durumun asıl virüsten, yani hakikatin kaybı virüsünden fazla endişe uyandırması üzücü.

NE YAPACAĞIZ?

Bugünlerde sık sık koronavirüsten sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı konuşuluyor. İşte eskisi gibi olmayacak şeylerden biri de bu. Hakikatle ilişkimizi yeniden gözden geçirmek zorunda kalacağız. Virüs davul zurna çalarak gelirken insanların onu görmezden gelmesine yol açan kibri, biraz da teknolojiye ve bilime güveninden ileri geliyor olabilir. Bununla birlikte aynı teknoloji felaketini de beraberinde getiriyor. Zira iletişim teknolojilerinin bir sonucu olarak bedelini ödemeden hakikate sahip olacağımız yanılgısına da kapıldık. Oluşan bilgi kirliliğinde kendimize göre hakikatler seçtik. Nasılsa inanması kolaydı ve bedelini bizim yerimize birileri öderdi. Bizim yerimize ödeyenlerin tek derdinin kendi çıkarları olduğu bugünlerde daha net görülecek. Hepimiz nasıl aynı gemideysek, hakikat de bir tane ve ona sahip çıkmazsak kaybolup gidecek. Bu kendi gazetelerimizi yaşatmaktan sorumlu sosyal medya kullanımına kadar giden geniş bir insanlık ödevi artık.