Hakikati savunmak için savaşmak gerekiyor

Kerim Can Kara & Ulaş Bager Aldemir

Günümüz dünyası pek çok isimle adlandırılıyor. Son zamanlarda bilhassa sosyal medya ve ana akım medya tarafından yapılan saptırmalarla bu neoliberal talan düzeninin “Hakikat Sonrası” olarak da adlandırılıyor. Yine sık sık komünizm, Marksizm gibi kurucu düşünceler sosyal medyanın hakikatiyle karalanıyor. Biz de bu konu üzerine yazar ve akademisyen Gökhan Atılgan’la söyleştik ve ülke siyaseti üzerine konuştuk.

Dilerseniz önce Marksizm’in Türkiye’deki entelektüel serüvenini konuşalım. Marksist düşünce, Cumhuriyet dönemi boyunca nasıl yorumlandı? Bu yorumları ana hatlarıyla nasıl tasnif edebiliriz? Öte yandan bu yorumların ne türden siyasal sonuçları olmuştur?

Gökyüzünden yeryüzüne bakarken ancak ana güzergâhları görebiliriz ve ana güzergâhlar şehrin sureti hakkında bize genel bir fikir verir. Marksizmin Türkiye’deki serüvenine gökyüzünden yeryüzüne bakar gibi baktığımızda üç güzergâh olduğunu söyleyebiliriz.

Birinci güzergâhta Marksizmin Batı toplumlarının tahlilinden türetilmiş bir genel teori olduğunu, bu nedenle de Doğu toplumlarını, bu arada Osmanlı-Türkiye toplumunu açıklayamayacağını savunan bir yorum var. Bu yorumu geliştirenler, Osmanlı-Türkiye toplumunun sosyalist teorisinin ancak bu toplumun aydınları tarafından inşa edilebileceğini düşünüyor ve zamanla kendi sosyalist teorileri için Marksizmi merkezî bir referans noktası olmaktan çıkarmaya başlıyorlar. Çünkü toplumları kendine özgü olduğu için sosyalizmlerinin de kendine özgü olacağını düşünüyorlar. “Türkiye sosyalizmi” kavramı da buradan çıkıyor. Bir ülkeye özgü sosyalizmin bir genel teorisi olamayacağı için de önde gelen temsilcilerinden birinin sözleriyle “sosyalizmin kitabını A’dan Z’ye biz Türk sosyalistleri yazacağız” diyor, bu yorumu geliştirenler. Böylesi bir yorumun siyasal ve kuramsal sonucu git gide Marksizmden kopmak şeklinde oluyor. Ama bu, söz konusu yorumu geliştirenlerin sosyalizmden koptuğu anlamına gelmiyor. Marksizm ile sosyalizm her durumda bileşik olmak zorunda değil sonuçta.

İkinci güzergâhta vaktiyle dünyadaki sosyalist öbekleşmelere göre konumlanan yorumlar var. Bunlar, bağlandıkları öbekler dünyadaki ülkeleri nasıl tasnif ediyorlarsa ve Türkiye de bu tasniflerden hangisine denk düşüyorsa ona göre konumlanıyorlar. Bağlandıkları öbeğin hem dünya hem de kendi ülkelerinin içinde yer aldığı grup için öngördükleri siyasal programları tekrarlamanın ve hayata geçirmenin yeterli olduğunu düşünüyorlar. Söz gelimi eski Sovyetler Birliği’nin liderlik ettiği öbeğe bağlanmışlarsa, SSCB’nin azgelişmiş ülkeler için yaptığı tahlilin Türkiye için de aynen geçerli olduğunu varsayıyorlar. Bunun siyasal sonucu ise Marksizmin eleştirel ve yaratıcı yönlerinin körelmesi ve siyasal ömrünün de öbeğin yaşamına bağlanması şeklinde oluyor. Bu da, ikinci güzergâhta yer alan Marksizm yorumcularının inançlı ve inatçı mücadelelerini gölgelememiz anlamına gelmiyor.

Üçüncü yorum ise Marksizmin genel bir teoriden ve bu teorinin ülke tahlillerine uygulanmasına yarayacak bir yöntemden oluştuğunu düşünüyor. Bu teori ve yöntemi içselleştirerek Türkiye’nin kendine özgülüklerini keşfetmeye ve bu keşiflerden yola çıkarak da teori ve yönteme katkılar yapmaya çalışıyor. Bunun siyasal sonucu da hem Marksizmle hem de Türkiye’nin dönüşümleriyle canlı ilişkileri sürdürme potansiyelini taşıyan bir çığır açmak şeklinde oluyor. Belki de en zor ve ama en kalıcı Marksizm yorumunun filizleri bu güzergâhın patikalarında sürgün veriyor.

Kişi ya da örgüt adı vermemeye özen göstererek Marksizmin Türkiye’deki serüveninin belirttiğim üç güzergâhtan ilerlediğini söyleyebiliriz. Ancak bu güzergâhların, Marksizmin Türkiye’deki gelişme özelliklerinin ülkenin içsel koşulları kadar içselleşen dünya bağlamının etkileriyle de açıldığını unutmayalım. Ayrıca bu güzergâhların; Türkiye’de hiçbir akımın asla maruz kalmadığı kadar büyük bir şiddetin ateşleri altında oluşturulduğunu da gözden kaçırmayalım.

Sosyal bilimlerde, özellikle 1960’lardaki post-yapısalcı yükselişle başlayan bir trend söz konusu. Yani post-modernizm en çok da sosyal bilimlerde etkisini hissettirdi. Sizce bu etki hâlâ aynı oranda hissediliyor mu? Öte yandan Hakikat-Sonrası bir çağda, Komünist düşüncenin teorik ve pratik konumu nedir?

Post-yapısalcılık, post-Maksizm, post-mordernizm gibi akımların bir dönem trend olduğu, ilgi uyandırdığı, bir ölçüde çekim merkezi olduğu ve sosyal bilimler dünyasında küçümsenemeyecek bir manyetik alan yarattığı bir gerçek. Bu gerçekliğe yaklaşırken onu mümkün kılan koşulları ve bu koşulların başat özelliklerinin neler olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Dünya işçi sınıfı hareketinin düşüşe geçtiği, sosyalizmin yenilgiye uğradığı ve Marksizmin irtifa kaybettiği bir dönemin ürünüydü başına “post” öneki getirerek andığımız akımlar. Bir iyi yanı da oldu bana göre: Farklı farklı yönlerden ve farklı farklı motivasyonlarla eleştiri oklarının yöneldiği Marksizm kendini gözden geçirme, yenileme, iç görü geliştirme, dünya tarihinin içinden geçmekte olduğumuz sürecinin değişen dinamiklerine özel bir motivasyonla odaklanma gibi imkânlar kazandı bu süreçte. Ancak Marksizmin yeniden bir çekim merkezi olmasının esas imkânı bütün dünya emekçilerinin kapitalizmi aşma mücadelelerinin birikmesi, birleşmesi ve güçlenmesiyle olabilecek. Ki bu da bizi sorunuzun ikinci kısmına doğru çekiyor.

Gözlerimizin önünden akıp giden hayata baktığımızda bütün “post”lar içinde (post-modernizm, post-truth, post-yapısalcılık, post-Marksizm) en sahici olanının post-kapitalizm olduğunu görebiliriz. Ancak kapitalizm sonrası, (Foti Benlisoy’un harikulade kitabına verdiği isimle) bir “kapitalist felaket”in ardından geleceği için çelişkili bir zemine oturuyor. Bir yandan komünizm düşüncesinin ve pratiğinin olgunlaşan imkânları ve bir yandan da bağrından bir barbarlık çıkaran kapitalizmin yarattığı tahribat.

Ekolojik yıkımın ve biyolojik çeşitliğin mahvedilişinin hızı ve yayılımı; radikal ve faşizan sağın ivmelenişi ve yükselişi; ekonomide, siyasette, kültürde ve toplum hayatında eşitsizliğin bütün biçimlerinin derinleşmesi; dünya çapındaki güç ve iktidar mücadelelerinin her an alev alacak bir noktaya ilerlemesi; kıyamet alametlerinin tehditkâr bir biçimde insan hayatının içinde dolaşır oluşu; olanca tahripkârlığıyla krizin ekonomik, sosyal ve ekolojik görünümlerinin dünyanın bütün ülkelerinin içinde dolaşması ve bunu sürekli tekrarlaması; sermayenin bir vampir gibi kanını en ucuza satmak zorunda kalan emekçileri önüne katıp cehennemi andıran çalışma mekânlarına doğru kovalaması; sadece toplumu değil, içindeki her şeyle gezegenin kendisini (Marx’ın betimlemesiyle söyleyeyim) “bir boa yılanı gibi sımsıkı saran” kapitalizmin devasa üretim mekanizması bizi Rosa Luxemburg’un sosyalizmden başkasının ancak barbarlık olabileceğine ilişkin öngörüsünün en vahim hudutlarına kadar getirdi.

Bu vahamet düzenine bakarak bireylerin atomizasyonuna ve tüketim çılgınlığına dayalı neo-liberal çağın kaçınılmazlığını akılcılaştırıp teorileştiren post-modernizm değil, bu kölelik ideolojisine karşı insanın özgürleşiminin imkânlarına işaret eden komünizm düşüncesi daha sahici görünüyor. Vahamet düzeninin kapkaranlık hudutlardan umut ışıkları da sızıyor çünkü. Açık kaynak yazılımları, açık bilgi kaynakları ve daha başka bilgisayar temelli iş birlikleri bize birlikte düşünmenin, birlikte yapmanın, birlikte paylaşmanın, paraya ram olmadan insanca ilişkiler kurabilmenin nasıl büyük bir motivasyon, nasıl büyük bir mutluluk ve nasıl bir “büyük insanlık” kaynağı olduğunun işaretlerini bugünden veriyor. Bilginin, özgürlüğün, bolluğun ve daha az çalışarak eğilim ve yeteneklerimizin götürdüğü yere doğru gitmemizin imkânlarını yükselten maddi gelişmeler kapitalizmden sonrasını hayal etmemize her zamankinden daha çok imkân veriyor. Kapitalizmin bir üretim tarzı olduğu kadar bir tahrip tarzı olduğu bir gerçek; ama onun içsel çelişkileri onun aşılmasının da anahtarı. Gelgelelim, hakikatin kendini savunma gücü olmadığı gibi, çelişkilerin kendi kendine mücadele ederek ileriye sıçramayı gerçekleştirmesi de imkân dışı. Bu bakımdan kapitalizm sonrasının “bolluk ve özgürlük toplumu” (komünizm işte bu demektir), kapitalizmin çelişkilerinin nereye varacağını merak eden ve onu yorumlamakla yetinenlerin değil, tarihsel eylemi içindeki insanın bir eseri olabilir ancak. Marx’ın “mevcut durumu ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyebiliriz” sözlerinin anlamı tam olarak burada yatıyor, bence.

Bolluk ve özgürlük toplumuna giden yolun bir patikası yukarıda bir kısmına işaret ettiğim maddi temeller ve bu temeller üzerinde yükselen nüveler ise, bir patikası da toplumu sımsıkı saran boa yılanından kurtulmak için girişilen silkinişler. Bolluk ve özgürlük toplumunun patikaları, Boğaziçi köprüsünde bir motorlu kuryeyi fırtınadan korumak için ona güzellikle eşlik eden şoförlerin merhametinde, “devlet benim” diyen Karadenizli anamızın isyankâr iradesinde, onur yürüyüşüne saldıran polislere ayar vere vere, düdük çala çala, “aferin” çeke çeke İstiklal’de yürüyen LGBTİ+ temsilcisinin müstehzi inadında, cezaevini bir edebiyat atölyesine çeviren Kürt siyasetçilerin saklı kalmış yeteneklerinde, Bakırköy’deki grevci işçileri şahane dansıyla selamlayan genç baletin iyilik dolu figürlerinde, kan ve ter içinde sokak sokak, mahalle mahalle gericiliğe karşı yurdunu savunmaktan bir an bile yorulmayan devrimcilerin iyimserliğinde, arkalarından koşarak yaklaştıkları mollaların takkelerini bir fiske vuruşuyla düşüren İranlı kadınların özgürlük aşkında, insan kanıyla beslenen vampirlerin işledikleri sosyal cinayetlerin kaydını vakti gelince çıkarıp kapitalistlerin önüne koyabilelim diye sabırla tutan İSİG Meclisi üyelerinin hummalı mesailerinde, 2008 krizinden bu yana dünyayı çalkalayan başkaldırı, isyan ve protesto hareketlerinin içsel dünyalarında nüvelenen dayanışmacı, özgürlükçü, eşitlikçi ve ortaklaşmacı ilişki biçimlerinde…

Ancak bütün mesele; kopuk kopuk gelişen direnişleri birbirine bağlamakta, kesik kesik yükselen itirazları kesintisiz bir karaktere büründürmekte, başlayan devrimleri çaldırmamakta, bugünkü koşullar içinde kurulan ortaklaşmacı ilişkileri çoğaltmakta ve Şeyh Bedrettin’imizin dediği gibi “dünü bugüne, bugünü yarına bağlamakta”.

Sanırım buradan sorunuzun “post-truth” ya da “hakikat-sonrası” kısmına dokunmam için de bir fırsat doğuyor. İnsan ile hakikat arasındaki ilişki kendiliğinden kopmuyor; koparılıyor! İnsan ile hakikat arasındaki koparılan ilişki kendiliğinden kurulamaz; onu kurmak gerekir! Bu bir savaşım konusu. Tıpkı vampirlerin kan arzusuyla, ejderhaların av iştahıyla, devlerin şuursuz yıkıcılığıyla, canavarların kurban arayışıyla savaşmak gibi, hakikati savunmak için de savaşmak gerekiyor; zira hakikat, üzerine çullanan hunhar güçlere karşı kendi kendini savunamaz.

AKP’nin özellikle son dönemini tanımlayan önemli olgulardan biri Türkiye’deki siyaset yapma biçimlerinin olağandışı bir hızla dönüşmesidir herhalde. Yani Türkiye halkının alışık olduğu, partiler düzeyindeki siyasetin bir çeşit yazılı olmayan dokunulmazlık varsayımıyla (yazılı olanının yanı sıra) kurulduğu biçimsel “ifade hakkının” yerini herkese dokunulabilen bir siyasi restler düzeni aldı. Türkiye 2023 Seçimlerine giderken siz siyasetin bu kavramsal ve biçimsel dönüşümünü nasıl değerlendiriyorsunuz? 2023 sonrası bu bakımdan ne ifade ediyor?

“Herkese dokunulabilen”… “Herkes” dediğimiz itiraz edenler, itaat etmeyeler, boyun eğmeyenler, korkmayanlar, satın alınamayanlar, eleştirenler, alternatif getirenler değil illa. Evet rakip siyasetçilere, muhalif aydınlara ya da bir şekilde yoluna engel çıkaran paşalara, bürokratlara, sivil toplum örgütçülerine, kanaat önderlerine, sendikacılara, meslek birliklerinin önderlerine dokunuyor AKP. Ama sadece onlara değil, “normal” bir şekilde işini yapanlara da sırf kendisinden, kendisi gibi ve kendisi için olmadığından ötürü dokunabiliyor. “Normal bir gazeteci”, “normal bir bilim insanı”, “normal bir banka müdürü”, “normal bir hakim”, “normal bir bürokrat” da dokunulanlar listesine her an girebiliyor. “İyi”nin ve “başarılı”nın kendisinden olmayışına, kendi yanına sokulmayışına karşı bir tahammülsüzlük, bir hınç belirgin bir şekilde gözlemlenebiliyor.

Ama asıl sorun AKP’nin “dokunma kudreti”ni nereden aldığında. Bunu sadece devletin zor aygıtlarını kullanarak, bu aygıtları elinde tuttuğu kanun yapma gücüyle dönüştürerek, kanun gücüyle dönüştürdüğü aygıtları kendine göz, kulak, el, ayak olacak türden kişilerle doldurarak yapmıyor. Bu kabiliyeti edindiği iki önemli dayanağı daha hesaba katmak gerekiyor. Birinci dayanak omuzlarına basarak siyasal iktidara yükseldiği, siyasal iktidara yükseldikten sonra ise devletin bütün aygıt ve olanaklarıyla durmaksızın beslediği İslamcı sermaye. Dini, imanı, inancı (bu üçü aynı şeyler değil) ve bunlarla beraber kamunun maddi imkânlarını (yardımları, istihdam imkânlarını ve avantaları) kullanarak rızalarını kazandığı dine bağlı emekçi kitleler ise ikinci dayanak. Böyle bakınca, AKP iktidarının (Marx’ın kelimeleriyle) “en kapsamlı yaşam belirtilerinden en önemsiz kıpırtılarına, en genel var oluş biçimlerinden bireylerin özel yaşamlarına kadar” toplumu kıskaca alabilmesini sağlayan mekanizmanın dört unsurundan söz etmek mümkün hale geliyor. Birinci unsur; rızasını sadece maneviyatla değil, ancak kırıntılardan oluşan maddiyatla da kazandığı geniş emekçi kitleler. İkinci unsur vampirce bir iştahla emekçi kitlelerin, kamu kurumlarının ve doğal kaynakların etiyle, kanıyla, iliğiyle beslenen İslamcı sermaye. Üçüncü unsur, AKP’nin ve dayandığı sermaye fraksiyonunun servet, örgüt ve devlet düzeylerindeki uluslararası uzanımları ve bağları. Dördüncü unsur, (Marx’ın 18 Brumaire’deki sözlerine gönderme yaparak söyleyecek olursak) asalak gövdesiyle, olağanüstü bir şekilde merkezileşen, karşılığını toplumun gerçek gövdesinin çaresizce bağımlılığında ve dağınık biçimsizliğinde bulabilen bir her an her yerde olma, her şeyi bilme kapasitesi kazanan devlet. Ve beşinci unsur da ilk dört unsurun emsalsiz timsali olarak Tayyip Erdoğan. AKP’nin siyaset yapma biçimlerinin özgüllüğü, kapsamına bu beş unsuru birden katan, bunları birbirleriyle ilişkilendirerek ilerleyen bir analizle mümkün olabilir ancak.

Siyasetin kavramsal ve biçimsel dönüşümüne ilişkin izlenimler ancak böylesi bir analizin üstünde yükselebilir. Siyasetin kavramsal ve biçimsel dönüşümünü ekonomik, (ideolojiyi de içine alacak şekilde) kültürel ve siyasal mücadelelerin bir görünümü olarak kavramak gerekir. İslamcı sermaye, ekonomik dünyada kendi yerini sürekli genişletmek, kendi ağlarını sürekli güçlendirmek, kendi kazanımlarını sürekli artırmak için kuralları, kanunları ve teamülleri nasıl kendine uyduruyorsa siyasette de aynı şey oluyor. İslamcı sermayeci örneğin ihale şartlarını karşılayamadığı için ihale kanununun kendisine uydurulmasını istiyor. Edimleri anayasaya uymayan İslamcı siyasetçi de anayasanın kendisine uydurulmasını buyuruyor. İslamcı sermayedar rekabet yeterliliğine sahip olmadığı koşullarda rakibini ekarte ederek kendine rakipsiz bir pazar yaratıyor. İslamcı siyasetçi de siyasal olarak rekabet edemeyeceği kabiliyetteki siyasetçileri kodese ya da sürgüne yolluyor, dokunulmazlığını kaldırıyor ya da mahkeme kapılarında bezdiriyor. İslamcı sermayeci içinden çıkageldiği ticaret dünyasının haram tanımazlığının mübalağa, riya, yalan, kapkaç, kara çalma gibi hasletlerini ekonomi dünyasının kaideleri haline getiriyor; çünkü tek bir amacı var, o da gövdesini daha da büyütmek ve baş çevresini daha da genişletmek. İslamcı siyasetçi de tek amacı iktidara gelebilmek ve iktidarda kalabilmek olduğu için aynı şeyi yapıyor; onun söyleminde mübalağa cenk olunuyor, hakikat pare pare ediliyor, yalan norm haline getiriliyor ve kapkaççılık övünç vesilesi yapılıyor. İslamcı sermayedarın ve İslamcı siyasetçinin izinden giden İslamcı kültür, sanat ve bilim insanları da kifayetsizliklerinin kefaretini rekabete cüret edemedikleri kültür insanlarını sahneden aşağı iterek, o da yetmezse sahnenin perdesini indirerek ödetiyor.

Bu söylediklerimiz İslamcı sermayeden gayrı sermayenin, İslamcı siyasetçiden gayrı burjuva siyasetçinin pir ü pak olduğu anlamına gelmiyor. Göz önündeki burjuva siyasetçilerin temiz sermayeden ve emperyalizmle “medeni” ilişkiler kurmaktan öte bir vaadi olmadığını; seküler sermayenin de AKP döneminde çok ama çok kazandığını ve çok kazandığı düzeneğe dokunmayan siyasal iktidara “bin yıl yaşasın” diyebildiğini hatırımızdan çıkaramayız. Gelgelelim maruz bırakıldığı felaketlerin yarattığı tahribatın yıkıntılarıyla coğrafyası boydan boya kir, pas, kan ve irinle batırılan Türkiye’de insan, Çetin Altan’ın sosyalist olduğu zamanlarda söylediği “karşımda adam gibi burjuva istiyorum” sözlerini hatırlamadan edemiyor. Bunu çağrıştıran bir cümleyi vaktiyle Korkut Boratav Hocamız da yazmıştı, galiba.

Herhalde AKP’nin Türkiye’deki yargı süreçleri, siyasetin işleyişi, sağlık ve eğitim gibi sosyal sistemlerin çalışma prensipleri, emek süreçleri gibi pek çok alanda derin dönüşümler hatta tahribatlar yarattığını söylemek mümkün. Başka bir ifadeyle bu dönemin Türkiye’deki kurumlar üzerinde geniş çaplı ve belki de kalıcı hasarlar bıraktığı söylenebilir. Siz Türkiye’nin tarihsel sürecinin kurumlar üzerinden bir okuması bağlamında, AKP dönemiyle ve bağlantılı olarak 2023 Seçimleriyle ilgili neler söylersiniz?

Marx, Kapital’de, “sermaye tepeden tırnağa kana ve pisliğe bulanmış olarak gelir,” demişti. Eğer AKP’yi İslamcı sermayenin siyasal formu olarak değerlendirirsek, sermayenin bu türünün seküler türlerinden hangi farklarla geldiğine de yanıt vermemiz gerekir. İslamcı sermaye abdesti, duası, her an yanında taşıdığı imamı, vaizi ve kutsal tabularıyla zırhlanarak geldi. Onun yürüyen hali olarak AKP ise dinsel kıyafetler giymiş bir canavar (bir dev, bir ejderha ya da bir vampir?) gibi ilerledi yolunda.

Ümmetten millete, tebadan yurttaşa geçişi selamlayan bir haber spikerinden Avukat Can Atalay gibi bir madun sınıfların korkusuz savunmanına kadar farklı ya da muhalif ses çıkaran her bedeni karanlık zindanları andıran midesine atan bir canavara benziyor o. Karadeniz derelerinden Kaz dağlarına kadar paraya tahvil edilebilecek her cennet köşesini, TEKEL fabrikalarından basma ve pazen tezgâhlarına kadar geçmiş kuşakların emekleriyle yaratılan her çarkı bir ejderha gibi alevlere salıyor. İş cinayetlerinde öldürülen proleter çocuklardan grizu patlamalarında can veren madencilere kadar bir vampir gibi emekçilerin kanını emiyor (unutmayalım son 20 yılda yaklaşık 30 bin işçi, iş cinayetlerine kurban gitti). Sanatlardan eğlenceye kadar insana yakışan her güzelliği bir dev gibi ayaklarının altında çiğniyor ve Cumhuriyetçi ilkelerden laikliğe, birey haklarından yaşam tercihlerine kadar her şeyi hınçla yıkıp yok ediyor.

Kamu okullarını, kamu hastanelerini, kamu idaresini, kamu hayatını, kamu ihalesini, kamu hukukunu, kamu adabını iğdiş ederek beslenen, beslendikçe sürekli büyüyen, büyüdükçe daha da iştahlanan bir dev’e, galiba en çok da eski Yunan mitolojisinde tek gözlü dev olan Kiklop’a benziyor o. O dev, Türkiye emekçi sınıflarının canlı emeğiyle beslediği kendi sermayesini genişleterek devletleşti, devletleştikçe kendi sermayesini daha çok büyüttü ve gitgide bir sermaye-devlet oldu. Bu tuhaf devlet (yine Marx’ın kelimeleriyle konuşacak olursak) Türkiye “toplumunun bedenini bir ağ tabaka gibi saran ve tüm gözeneklerini tıkayan korkunç asalak cisim” haline geldi.

Asalak bir cisim olarak canavar, dev, ejderha ya da vampir gibi mitolojik figürler Türkiye’nin son 20 yılı için kullanılabilecek uygun metaforlar. Ancak mitolojiler içinde ve mitolojiler çağında yaşamadığımıza göre ülkeyi canavar, dev, ejderhaya ya da vampirden kurtaracak olanlar mitolojik öykülerden çıkagelen kahramanlar olmayacak. Bu yıkıcı figürlerin saçtığı dehşetli felaketlerden zarar gören, kendisi doğrudan zarar görmese bile Türkiye’nin uğradığı ağır hasarı fark eden herkesin ona karşı yan yana gelmesinden ve güçlerini birleştirmesinden başka çare yok. Ancak burada en kritik nokta ve en tehlikeli durum, insafsızca tahrip edilmiş bir yurdun nasıl yeniden imar edileceğine ilişkin sorunun üstünün örtülmesi ve “sonra”ya ötelenmesi olur. Gerek sorunun ve gerekse de yanıtların şimdiden ve net bir şekilde ortaya konması ivedi bir zorunluluk. Yan yana gelenler kiminle yan yana geldiğini bilmeli ki birlikte ne kadar yürüyebileceğini öngörebilsin. “Hele bir iktidar değişikliği olsun gerisi kolay” demenin nasıl büyük bir soruna yol açacağının farkında olmak gerekiyor.

2023 seçimlerini büyük tahribin ardından gelecek bir imar süreci olarak düşünürsek seçimlerin kazanılmasının bir son değil bir başlangıç olduğunu da belirtmiş oluruz. 100 yaşında bir cumhuriyet, ikinci yüz yılında yoluna nasıl devam edecek? O “korkunç asalak cisim” tarafından bedeni bir ağ tabakasıyla sarılmış ve tüm gözenekleri tıkanmışken savunduğumuz cumhuriyetin kurtuluşunun sermayenin İslamcı olmayan kanadından ve kapitalizmin İslamî zırhlara bürünmemiş türünden gelmeyeceğini anlamak için 100 yıllık sancılı tecrübe yetti de arttı bile. Cumhuriyetçiliğin bildik ilkelerinin burjuva düşünürlere referansla yeniden yorumlanmasından yepyeni bir gelecek inşa edemeyeceğimiz apaçık. Fakat sosyalist bir cumhuriyete erişmek için önce hızla dağın eteğinde toplanmak, oradan sıçraya sıçraya zirve tırmanışına geçmek gerekeceği de besbelli. 2023 seçimleri bana sıçramalarla ilerlenecek zirve tırmanışı için memleketimizin en yüce dağının eteğindeki en büyük cem gibi görünüyor.