Hakiki bir seyyah

Semiha Durak

“Oyun ne ile ilgili?” diye soruyor kızım, Waterloo’daki Young Vic tiyatrosuna doğru hızlı adımlarla yürürken. Oyunun başlamasına epey vakit var ama telaşımızın nedeni dışarıdaki dondurucu soğuk. O zamanlar korona, Covid-19 ne demek bilmiyoruz; karantina, tecrit ve sosyal mesafe sözcüklerinin de hikâyelerimizde yeri yok henüz. Şehirde hayat normal hızıyla akıyor ve tiyatroya gidebildiğimiz günlerden birindeyiz.

“Tam senlik, feminist bir oyun” diye yanıtlıyorum kızımı, gülümseyerek. “Henrik İbsen adında Norveç’li bir adam 19. yüzyılda yazmış. Ama bu yeni, modern, değişik bir versiyonuymuş.”

“Hmm” diyor sadece. Pek ilgisini çekmiş gibi görünmüyor. O an dışarıdaki soğuktan kurtulup güvenli ve sıcak bir yere sığınmak ikimizin de önceliği. Kol kola, birbirimize biraz daha sokularak yürümeye devam ediyoruz.

Karşımızda Young Vic tiyatrosunun duvarı üzerindeki afişi görünce rahatlıyoruz. Afişte ağlamış, rimelleri akmış bir kadının fotoğrafı üzerinde ‘Nora- Bir Bebek Evi’ yazıyor. Kapıdan içeri giriyoruz ve sıcacık karşılıyor bizi tiyatro. Nihayet bir çatı altında, güvendeyiz. Dışarısı gibi değil burası. “Dışarıda zemin buz ve havada kar kokusu var. Ve buradan çok da uzakta olmayan bir nehir yavaşlayıp durma noktasında neredeyse.”

Tiyatronun kafesinde alıyoruz hemen soluğu. Oyunu beklerken koyu bir sohbete dalıyoruz kızımla. Konular derinleşiyor, sorular zorlaşıyor. Artık küçük bir kız değil, on beş yaşında olacak yakında. Ben onun zor sorularına cevaplar arayıp ter dökerken bir anda ne olduğunu anlamadan gümlemeler ve şangırtılardan oluşan bir gürültüyle sarsılıyoruz. Her şey çok hızlı gelişiyor, saniyelik bir zaman diliminde oluyor belki. Nasıl olduğunu anlamadan çatıdan tahta çerçeveli kocaman bir pencere ortadaki masalardan birinde oturan kadının kafasına düşüyor! Pencere önce kadının kafasına ardından onun oturduğu masaya çarpıyor ve pencerenin bu dramatik düşüşü taş zeminde son buluyor. Son derece senkronize bir “Aaa” sesleri korosu eşlik ediyor gördüklerimize. Zemin bir anda cam kırıklarıyla doluyor. Bizim oyun daha başlamadan başka bir oyunun içinde buluyoruz kendimizi. İlk müdahalenin ardından boynundan kanlar süzülen yaralı kadını sahne arkasına götürüyorlar. Cam kırıkları temizleniyor, sessizlik bozuluyor. Hepimizin aklından o kadının yerinde olma ihtimalimizin ne kadar yüksek olduğu geçiyor. ‘Güvende olma’ duygusunun yanıltıcılığı çarpıyor bir an. Bu düşünceleri hemen savuşturuyoruz aklımızdan. Her şey yine normale dönüyor.

Sonunda bizim oyun Nora- Bir Bebek Evi başlıyor. Üç büyük kapı çerçevesi yükseliyor sahnede. Üç Kadın, üçünün de adı Nora, sırayla giriyorlar kapısız çerçevelerin içinden. Aynı giriş repliği dökülüyor üçünün de dudaklarından:

- Onu sıcacık karşılayan evine giriyor bir kadın. Dışarısı gibi değil burası. Dışarıda zemin buz, havada kar kokusu var. Ve buradan çok uzakta olmayan bir nehir yavaşlayıp durma noktasında şimdi.

Üç farklı zaman diliminden geliyor Nora’lar: 1918, 1968 ve 2008’den. Birbirinden habersiz, birbirinden yıllarca uzakta ama aynı hikâyenin içinde buluyorlar kendilerini. Değişmeyen bir döngünün içinde, birbirini görmeyen, duymayan hayaletler gibi aynı aktörün canlandırdığı kocalarının etrafında yaşıyorlar kendi zamanlarını. Nora’lar değişmeyen kocaları tarafından “Benim tatlı tarlakuşum, sincabım” sözleriyle sevildiklerini düşünürken kendilerine biçilen cinsiyet rollerinin farkına varmıyorlar önce. Oyun ilerledikçe Nora’ların uyanışına ve nihayet kendi kimlikleri, varlıkları için mücadeleye başlamalarına tanık oluyoruz. Onlar da altında güvende olduklarını sandıkları çatının aslında hiç de sağlam olmadığını, oyuncak evlerinin birdenbire nasıl da yıkılabilir olduğunu görüyorlar.

1800’lerde Norveç’te yazılmış bu oyunun tüm zamanlara ve her coğrafyaya bu kadar uyması, oyunun zamansızlığı ve mekansızlığı etkiliyor beni. İbsen’in yazdığı orijinal metinde de bizim izlediğimiz yeni versiyonda da kapitalizmden kaynaklı ekonomik daralmaların hem kadının hem erkeğin yaşamında yarattığı baskının ve bu durumun birbiriyle ilişkilerindeki belirleyiciliğin altı çiziliyor.

Dışarıdan kaçıp 'güvenli' evlerimize saklandığımız bu karantina günlerinde dünyanın dört bir yanından çatıları başlarına yıkılan kadın hikâyeleri duyuyoruz her gün. Evler sokaklardan daha tehlikeli, kapının iki yanı da karanlık pek çok kadın için. Kapıları olmayan boş çerçeveler içindeler. Kapı eşiklerinde bekliyorlar; kırılgan ve narin.

Gelecek kaygı verici bir şekilde belirsizleşince geçmişe çeviriyorum yüzümü. Nora’yı Londra’da 1800'lerde ilk kez canlandıran ve hatta İbsen’i İngiltere ile tanıştıran isimle karşılaşınca çok önemli bir bağlantı yakalamış gibi seviniyorum. İsmini daha önce çok duymuş hatta babasıyla paylaştığı mezarını bile ziyaret etmiştim vaktiyle. Çok önemli bir filozofun, dahi bir adamın kızı olduğunu bir de sosyalist olduğunu biliyordum biraz. Eleanor Marx isminin bendeki karşılığı bundan fazla değildi.

Baba Marx, beklenenden erken dünyaya gelen kızının doğumunu haber vermek için Engels’e yazdığı mektupta Eleanor’dan “Hakiki bir seyyah” diye söz ediyor. Ve Marx bunda da haklı çıkıyor. Çünkü Eleanor fikirleriyle, eserleriyle çağlar arası yolculuklar yapabilen o muhteşem seyyahlardan biri oluyor.

Yolculuk planlarımın rafa kalktığı karantina günlerinde Eleanor’un hayat hikâyesine kendimi kaptırıyorum. Emeğini, ruhunu, tüm yaşamını eşitlik mücadelesine adayan Viktoryen bir entellektüelin, bir sosyalistin, 'hakiki' bir feministin portresiyle karşılaşıyorum. Eleanor eşit haklara sahip insanlardan oluşan yepyeni bir toplumun kurulması için kadın ve erkeğin kapitalist düzene karşı birlikte, omuz omuza mücadele etmesi gerektiğini söylüyor. Başarıya ulaşan Marxist bir devrimle kurulan yepyeni toplumda sanayileşmenin, kapitalist sistemin yarattığı sorunlar, tüm eşitsizlikler kendiliğinden ortadan kalkmış olacak diyor. “Babamın sadece burnunu almışım, dehasını değil” dese de bunun doğru olmadığı belli oluyor.

Peki, nasıl olacaktı bu omuz omuza mücadele? Kadının kendi varoluşu başlı başına bir savaşa dönüşmüşken, ‘hakiki’ bir değişim, gerçek bir devrim nasıl başarılı olabilirdi? İbsen’in yazdıklarının Eleanor’u derinden etkilemesinin nedeni de bu hakikatler olmalı. Ama bu yakın ilginin bir başka nedeni daha vardı. İbsen’in oyunlarına yansıttığı kadın-erkek çatışmaları ve evliliklerdeki çelişkiler ne yazık ki Eleanor’un kendi hayat hikâyesinde de karşılık buluyordu. Kendisi gibi yazar ve çevirmen olan Edward Aveling’e âşık olmuştu. Marx’ın karşı çıkmasına rağmen ilişkisini sürdürmüş fakat son derece yorucu, yıkıcı ve sonunda kendi hayatını sonlandırmasına neden olan bir ilişkinin içinde bulmuştu kendisini.

İntiharsız bir çıkış senaryosunun ve yepyeni bir varoluşun mümkün olduğunu gösteren İbsen’in Nora’sını bu kadar yakından tanıyan Eleanor nasıl olur da kendini öldürmeyi seçebilir inanmak zor. Üstelik Bernard Shaw’a yazdığı mektupta “Hepimiz kendi küçük dramlarımızı, komedilerimizi, trajedilerimizi, saçmalıklarımızı oynuyoruz ama her şeye yeniden, yeni baştan başlıyoruz” diyen bir kadınken Eleanor. Sorunların nedenlerini de, çözümlerini de bu kadar iyi bilen bir insanken. Zaten kayıtlara 'geçiçi bir deliliğe bağlı intihar' olarak geçen ölümü dönemin sosyalistleri tarafından da şaibeli bulunuyor. 'Güvenilmez ve aşağılık' bir adam olarak tanımladıkları Edward’ı, Eleanor’un ölümünden sorumlu tutuyorlar.

Eleanor’un ölümünün üzerinden yüz yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen hala aynı yerde, hala aynı oyunun, kısır bir döngünün içindeyiz. Kötü ilişkilerden, yürümeyen evliliklerden kaçış yolları mümkün olmasına mümkün ama sonrasındaki hayat ve hayatta kalma biçimlerindeki belirsizlikler ürkütüyor kadınları.

Aslında bu belirsizliklerin nedenlerini çağlar öncesinden gelen, kendi zamanında yorgun düşmüş hakiki bir seyyah ısrarla kulağımıza fısıldıyor. “Zaman şimdi yeniden başlamanın zamanı; yorulmanın, durmanın, bırakmanın değil. Ve çıkış yolları da, sorularınızın detaylı cevapları da babamda saklı” diyor.