Dağlar burayı her yerden farklılaştırır. Böylesine dik, mavi, taştan, heybetli, dilsiz dağlar. Bu mevsimde her an renk değiştirmededirler. Uzaktan koyudurlar, yaklaştığınızda kırmızısı artmış tek tük ağaçlar var, kahverengiye bürünenler, yeşilliğini koruyanlar. Bu dağlar sanki orada öyle her gün evvelsiz ve ebedsiz dururlar ki, bir tarihi ayakta tutsunlar. Sanki olmasalar önündeki küçücük şehir, insanlar, hayvanlar, dükkânlar, hükümet konağı, pazarlar, kafeleriyle bir anda devrilip gider. Colemerg zaten, sahipsizlik demek.

Bulutlar, nasıl da güzel ve mükemmel, usul usul dağlardan süzülür, sisle karışır, ta Zap’a inerler. İnsanın bitmez kötülüğüne inat, en katı kalplere bile yaşama sevinci aşılar. Dağlar bir sonsuzluk simgesi, bulutlar gerçek birer mucize ki herkese başka görünür, kızgın ve sevinçli, beyaz ve kırmızı. Gökte her şey bir güzel tablo içindeyken, yerde insanlar, genç yaşlı, kadın erkek, tezat şekilde koyu renkte eski yıpranmış giysiler içinde.

Dışardan giden herkes, yoksulluktan, şehrin küçücük ve dolu hapishanesinden, sınırın ötesinden evvel Vizontele’yi sorar, film Gevaş’ta çekilmiştir, yönetmeni filmdekinin aksine şehri birden terk etmiş, geride adına bir sinema salonu bile bırakmadan. Ekşi Elmaları beğenmişler yine.

Şehrin adı Süryanice Aqqare, şimdi Hak-kâri, ama hak-mak yok. Evine misafir olduğum adam görüşleri nedeniyle Hakkari’den sürülmüş, mahkeme durdurmuş sürgünü ama karar uygulanmadığından dönememiş, sonunda dayanamamış ve ellisine basmadan, çalışmaya ihtiyacı olduğu halde emekliliğini istemiş. Evin bir oğlu “basın açıklamasına katıldığı için” üç yıldır içeride, diğeri yurtdışında üniversite bitirmiş ama sonra o ülkenin denkliği kaldırılmış. Bu genç şimdi evde sessizce oturuyor. Diğer bir oğul ise mühendis çıkmış, iş için gittiği her yer, “hükümet partisine kaydı yok” diye kapıları kapatmış. O da işsiz, evde sessizce oturuyor o da. Zaten bu şehir son birkaç yılda, tam otuz bin kişiyi göç vermiş.

Baba inançlı adam, Bin Dokuz Yüz Yetmiş Bir Martı’nı gördüm ve sonra tüm darbeleri, toprak damlı evlerdeydik On İki Eylül olduğunda, ama böyle kötü bir dönem görmedim, diyor. Hendekleri, sahipsiz cenazeleri, kayyım göreve başladıktan sonra işe girenleri, bir maaş kartına her şeyi değiştirenleri ders verir gibi anlatıyor. Bana da sitemi var, meclisteyken Alevilerin sorunlarını anlatmışım, ama Şafileri unutmuşum, aslında sadece Alevilik değil, Şafilik de inkâr ve asimile ediliyormuş.

Kayyımın çalıştığını, ama seçimleri alamayacağını tüm şehir ağızbirliği etmişçesine söylüyor. Biz şehirden çıktığımızda kayyım, seçimde aday olarak şehirde ilk turuna başlıyordu. Her taraf anons sesleri, herkes sessiz, kırmızı lalelerle propaganda afişleri derin bir uyumsuzluk içindeydi.

Amacım Hakkâri'nin dış görünüşünü resmetmek değil, benim için Hakkâri ne anlama geliyor. Yüksekova'da hendekler kurulup, onlarca genç ölüp, şehir ölü taklidi yapmaya başladıktan sonra bir halk nice anlatılır. Bir kuyu gibi Hakkâri, ulaşılması zor, üstten ağzı sımsıkı kapanmış. Onu, bir yolculukta, bir sabah üstü ya da bir gece sohbeti ile anlatmak ne mümkün.