Hâlâ bozuk mu moraller?

Walter Benjamin (1892-1940) kısa ömrüne çok şey sığdırdı. 1933’te Nazilerin artan baskıları nedeniyle Paris’e gitti. Alman ordusu Paris’e yönelince burada da yaşamak zorlaştı, Naziler Paris yakınlarına kadar gelince Benjamin de Güney Fransa’ya taşındı. Frankfurt Okulu’nun önde gelen isimlerinden Adorno’nun sağladığı Amerikan vizesini kullanmadı ya da kullanmaya fırsat bulamadı. Bir sürgün grubuyla birlikte Pireneleri aşarak İspanya’ya gitmek istediyse de grup sınır kasabası Port-Bou’da durduruldu. Franko rejimi sınırı kapatmıştı. Gruba ertesi gün Fransa’ya iade edilecekleri bildirildi. Nazilerin eline düşme düşüncesi Walter Benjamin‘i umutsuzluğa sevk etti, o gece kaldıkları otelde yaşamına son verdi. Tuhaf olan ise ertesi gün kapının açılması, gruba İspanya’ya giriş izni verilmiş olmasıdır.

Bu yazının konusu Walter Benjamin ve eseri üzerinde kısa bir anımsatma, dolayısıyla iddiasız bir tartışma olacaktır.

Wendy Brown’ın Ayrıntı Dergi’nin Kış sayısında yer alan “Sol Melankoliye Direnmek” başlıklı makalesinden yola çıkıyorum izninizle. Brown da Walter Benjamin’den yola çıkmış. Benjamin’de 'melankoli'nin tanımının farklı anlamlarda kullanıldığını, örneğin Baudelaire üzerine yaptığı çalışmada “yaratım için bir kaynak” olarak değerlendirdiğini, “hiç bir zaman sol melankoliye dair net bir tanım sunmadığını” da ekledikten sonra Benjamin’in “Solcu tutku ve akıl yürütmelerimizi, solcu analiz ve inançlarımızı bunlar aracılığı ile dönüştürmeyi düşündüğümüz dünyadan ve kuracağımız gelecekten daha çok sever hale geldik” dediğini aktarıyor. Çok güzel, ufuk açıcı bir değerlendirmedir.


Bundan sonrası ise beğenin ya da beğenmeyin Brown’a aittir: “Günümüzde sol için ifşa edilmiş ya da edilmemiş pek çok kayıptan söz etmek mümkün. Sosyalist rejimlerin ve Marksizm’in meşruiyetinin kelimenin tam anlamıyla çözülmüş olması bu kayıplardan en küçükleri olarak bile görülebilir. Bütünlüklü bir analiz ve bütünlüklü bir siyasal hareketin kaybı, siyasal analiz ve siyasal hareketlerin esas failleri olarak emek ve sınıfın kaybı, tarihin değiştirilemez ve bilimsel bir biçimde ileri gittiğine dair inancın kaybı ve kapitalizmin politik ekonomisine karşı uygulanabilir bir alternatif ekonomik modelin kaybı ile yüz yüzeyiz.”

“Ölü geçmişe melankolik bağlılık”

Biliyorum, bu iddialardan örneğin, “Marksizmin meşruiyetinin çözülmesi” kabul edilebilecek bir tez değildir ama makaleden işe yarayacak sonuçlar elde edebilmek için okumayı sürdürelim. “Sorunu” şöyle ortaya koyuyor Brown: “Eğer günümüzde Sol, birlik hareketlerinin, toplumsal bütünlüklerin ve sınıf temelli siyasetin siyasal ve teorik analiz bakımından uygulanabilir kategoriler olarak görüldüğü bir başka çağın biçimlerine ve formüllerine bağlı kalıyorsa bu demektir ki kendisini muhafazakâr bir hareket olarak ilan etmektedir.”

Çok üzülüyoruz, çok; çünkü “kendi üretken potansiyellerimizden çok imkânsızlıklara” bağlandık, “umuttan çok kendi marjinalliğimize, başarısızlığımıza saplandık, kendi ölü geçmişimizin izlerine dair melankolik bir bağlılığa” yakalandık, “hayaletvari bir ruh taşıyan arzu yapısı geriye dönük, cezalandırıcı bir sol” olduk artık biz. Perişanız kısacası!

Wendy Brown’ın solun hastalıkları konusundaki teşhisi, hastalığımıza “Sol’a hâkim melankolik ve muhafazakar alışkanlıklardan kurtulmak için solu tekrar radikal ve vizyoner bir ruhla tanımlamak gerektiği” saptamasıyla çözüm buluyor. Aslında bir çözüm bulduğu söylenemez; “melankoliye kapılmış solun bir terapiste” gereksinimi olmadığını ama “sol analiz ve sol projelere olan bağlılığımızı sürdüren hislerin (...) ürettiği potansiyel olarak muhafazakâr ve ilerici siyasal eğitimlerimize dair özyıkımcı etkilerinden dolayı sorgulanmasını” gerektiğini söylüyor değerli yazar. Kendinizi harap etmekten vazgeçin diyor kısacası; canına okuyun şu canınıza okuyan muhafazakar eğilimlerinizin.

Okuruz tabii...

Bak ne çıkıyor altından

Devam edelim. Brown nasıl bir cümleyle Benjamin’den solun melankolisine sıçramışsa biz de oradan Benjamine geçiverelim. Yorumcuları genellikle onun Marksist olduğunu kabul etmez ya da “hem Marksist hem teolog” gibisinden karma bir sıfat yakıştırırlar. Gerçekten de Walter Benjamin’in yazıları bu türden bir sıfatlamaya izin verecek kimi sözcükler, kavramlar içerir. Ama yine de onun Marksizmle ilişkisi onu bir başka dünya görüşü ile ilişkisi iddiasını boşlukta bırakır. Benjamin’in proletarya için Mesih benzetmesi yapması yalnızca bu sınıfın kurtuluşun öznesi olduğunu göstermekten başka bir anlam ifade etmez. Besim Dellaloğlu’nun da söylediği gibi “Benjamin’in materyalizmi ya da Marksizmi ile mistisizmi ya da Mesihçiliği arasında bir çelişki yoktur. Hiç de olmamıştır. Benjamin bunlar arasında bir sentez arayışı içinde de değildir.” ( Benjamin; Say Yayınları. sf.72) Besim F. Dellaloğlu’nun saptaması yerindedir ama bundan sonra Benjamin’e ait olduğu söylenen ya da onun söylemeye çalıştığı iddia edilen “aydınlanma ya da ilerlemenin büyük bir yalan olduğu” fikri doğrusu Benjamin’e değil fakat onun oldukça cüretkâr yorumcularına aittir.

Dellaloğlu’nun Benjamin adlı derlemesinden öğrendiğimize göre Benjamin’in Pasajlar adlı önemli eserinin editörü Rolf Tiedmann onun kimi yazılarını 'palimpsest' olarak okumanın mümkün olduğunu iddia edermiş; yani üste yazılı metin tamamen ya da kısmen kazınırsa üstteki Marksizmin altından anarşist soyutlamaya giden bir yolu izleme tehdidi taşıyan eski bir nihilizm belirirmiş. (A.g.e. sf.75)

Tabii biz böyle bir şeyi gerekli görmüyor, yapmıyoruz; Marksizmde kalıyoruz. Bana kalırsa Benjamin’i Marksizmden koparma çabası, yorumcuların 90 sonrası dönemin ağır basan ideolojisine malzeme sağlamak için onu uygun bulmalarından kaynaklanıyor. Zor anlaşılan metinlerinin kurgusundan da yararlanarak, bir hazine bulduklarını düşünüyor, iki üç alıntıdan sonra kendi meramlarını anlatmaya geçiyorlar. Özetle dedikleri şöyledir:

Sol modernliğe, ilerlemeye âşık oldu, modern öncesini savunmak da sağa kısmet oldu, gecekonduların İslamcı sağa, Nişantaşı’nın sosyal demokrasiye oy verdiği bir ülkedeyiz. -Vermeyin ulan, bozmayın bizim imajımızı!- Bu tür genellemeler bir zamanlar revaçtaydı. Küçükömer’in “sağ solda, sol sağdadır” tezinin etkilerinin uzun süre kafaları karıştırdığı Ana Muhalefet’in politikalarında izlerinin sürdüğü de dikkate alınırsa, Benjamin üzerine yapılan yorumlarda aydınlanma eleştirilerini, aşılması çabalarını kabalaştırma ısrarı da yerli yerine oturur. Söylendiği gibi aydınlanmanın dinle savaşının sonuçları inkar edilmez gelişmenin temelidir; aydınlanma eleştirisi onun karalanmasını değil, aşılmasını öngörür; bu çaba da Marksizm olmaksızın başarıya ulaşamaz. Post modernistlerin, her türden postçuların aydınlanmayı tarihsel gelişim içinde anlamak yerine kökten inkarı çabalarına Benjamin’i ortak etmelerini anlayabiliyorum; içeriden tanık, itirafçı arıyorlar. Benjamin’in, savaşın yıkıntısının pesimist yorumuyla yaşadığı çağın ruhundan “Zeitgeist”tan nefretin belirlediği, her şey bitti, “şiir de yazılamaz artık”, diyen, -pek mi kaba oldu, evet hakısınız- Frankfurt Okulu’yla ilişkilerinin bu türden bir aydınlanma eleştirisiyle sonuçlandığını söylemek de yanıltıcıdır.

•••


Başa dönelim; sanıyorum biz melankoliyi atlattık! Ama yapılacak iş çoktur. Öyleyse başladığımız gibi Prof. Wendy Brown’la bitirelim yazımızı. Şöyle diyor Brown: “Sosyal devletin korunması, temel hakların korunması ile kendini sınırladığını, savunma konumlarında kalan, statükoya dair derinlikli bir eleştirisi olmayan aynı zamanda da var olan düzene karşı ikna edici bir alternatif geliştirmeyen bir sol siyasetten bir an önce kurtulmak gerekiyor.”
Katılıyorum, haksız mıyım?

cukurda-defineci-avi-540867-1.