Sağlık Bakanlığı yazılı ve sözlü soruların hiçbirisine bugüne kadar yanıt vermedi. Ellerindeki bilgiyi “nasıl olsa unutulur” beklentisiyle saklıyorlar. Covid-19 işçiler, yoksullar, göçmenler arasında daha sık görülen ve daha çok öldüren bir hastalık haline getirildi. Maliyet, insan yaşamına tercih edildi. Yeni bir dalganın ortaya çıkabilmesi için öncekinin sönümlenmesi gerekir. Oysa Mart 2020’de başladığı açıklanan dalga henüz sönümlenmedi.

Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Hamzaoğlu: Para yaşama tercih edildi

Uğur ŞAHİN

Kontrollü normalleşme dönemine geçilmesiyle birlikte koronavirüs vakalarında artış yaşanıyor. Ek tedbirler alınmazken iktidarın salgın yönetiminde geçmişteki hatalarından hiç ders almadığı ortada. Peki, bir yılda nerelerde hatalar yapıldı? Bundan sonra yurttaşları nasıl bir tablo bekliyor?

Halk sağlığı ve epidemiyoloji uzmanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu ile bu sorulara yanıt aramaya çalıştık.

► Türkiyede Sağlık Bakanlığının açıklamasına göre ilk koronavirüs vakası 11 Mart 2020’de görüldü. Ancak Sağlık Bakan YardımcısıŞuayip Birinci'nin imzası olan bir makalede yer alan ifadelere göre, “Şubat ayında Mersinde Covid-19 tanılı 24 kişi tedavi altına alınmıştı”.Ülkede ilk vakanın görüldüğü tarih bile belli değil. Siz sürecin nasıl yönetildiğini düşünüyorsunuz?

Türkiye’de bırakalım ilk resmi olgu bildiriminin öncesini, iktidarın doğrudan Sağlık Bakanı üzerinden kamuoyuna açıkladığı Covid-19 hastalığıyla ilgili bilgilerin içeriği-anlamı ve gerçekliğiyle ilgili önemli sorunlar ilk günden beri devam ediyor. Dikkat ederseniz, şüphelerimiz var demiyorum. Doğrudan sorun(lar) var, diyorum. Çünkü bunların tümü herhangi bir tereddütte yer bırakmayacak biçimde ve her biri kanıta dayalı olarak görünür halde. Bakın, Sağlık Bakanlığı web sayfasında bulunanCovid-19 Sözlüğü’nde bile tanımlar net değil ya da kullandıkları tanım ve kavramların ne anlama geldiği yer almıyor. Buna karşın, kullandıkları kelimelere bilinen, genel kabul görmüş, hatta evrensel içeriklerinden farklı anlamlar yükleyerek kullandıklarını zaman içinde anlayabildik. Örneğin, her gün açıkladıkları tabloda yer verilen “hasta” ve “vaka” tanımları bu sözlükte bulunmuyor. Oysa dilimizde, tıp alanında her ikisiaynı anlamda kullanılıyordu. Taki bu tabloda karşılarında birbirinden farklı sayılar yazıldığını görmemize kadar…Yineleme pahasına da olsa söylememiz gerekiyor; bu iki kelimeyi ayrı ayrı anlamlarda kullanmayı gerektiren herhangi bir bilimsel bilgiye sahip değiliz.

Benzer şekilde, hastalığın tanısı için kullanılan PCR testi için örneklerin kimlerden (hastaneye başvuran hastalık bulgusu olanlar, spor takımları, asker alımlarıvb.) alındığı, her bir test sayısının bir kişiyimi gösterdiği yoksa, bir kişiye birden fazla PCR testi yapıldığında da bunlar açıklanan sayı içinde yer alıyor mu? Özetle, açıklanan test sayısı, testin yapıldığı kişi sayısını mı yoksa o gün sonucu alınan toplam test sayısını mı gösteriyorhâlâanlaşılır değil. Eğer kişi sayısıysa açıklanan bu rakamlar aynı zamanda, saptanan doğrulanmış yeni hasta sayısı anlamına gelecek. Değilse, farklı bir değerlendirme yapılması gerekecek. Bu soruları daha da uzatabiliriz. Ancak Sağlık Bakanlığı tarafından hiçbirisi için zamanında ya da yazılı olarak herhangi bir açıklama maalesef yapılmadı. PCR testi için kullandıkları kitlerin duyarlılığı (testtin,uygulandığı ve gerçekten hasta olan yüz kişiden kaçını hasta olarak tanımladığı, pozitif çıktığı) ile ilgili olarak dahi ne bilgilendirici, anlaşılırbir açıklama yaptılar ne de sorulara yanıt verdiler.

Son bir örnekle durumun vahametini daha da anlaşılır hale getirelim dilerseniz. Sağlık Bakanı, bazı illerdeki hasta sayısını ilk defa 18 Haziran 2020 tarihinde, yine akşam saatlerinde, “Bilim Kurulu sözcüsü” de olarak yaptığı basın açıklamasında kamuoyuyla paylaştı. Sunumunda, 18 Mayıs-17 Haziran 2020 tarihleri arasında 10 ildeki hasta sayılarını ayrı ayrı açıkladı. Buna göre, sunumda yer verilen 10 ilde, son bir ayda saptanan toplam doğrulanmış hasta sayısının 32 bin 970 kişi olduğunu öğrenmiş olduk. Oysa, çoğu zaman bizzat Sağlık Bakanı’nın kendisi tarafından yapılan açıklamalardaki günlük Türkiye verilerine göre, aynı tarihler için, bir aylık süre içindeki toplam doğrulanmış hasta sayısının 33 bin 292 kişi olduğu hesaplamalar sonucu görülebiliyordu. Başka bir ifadeyle, açıklamada yer verilen 10 ilde, bir ay süreyle 32 bin 970, geriye kalan 71 ilde ise yine aynı süre içinde, toplam olarak yalnızca 322 doğrulanmış hasta saptanmış oluyordu. Bakan tarafından yapılmış açıklamadaki sayıları, en azından o dönemde hastanelere başvuruların, klinik ve yoğun bakım yataklarındaki dolulukların vb. her bir ildeki hali dikkate alındığında, doğru kabul edebilmek, bilimsel bilgiye dayalı olarak açıklayabilmek mümkün görünmüyor. Zaten bu durum karşısında Bakanlığa yönelik yazılı ve sözlü soruların hiçbirisine bugüne kadar yanıt verilmedi, verilemedi. “Nasıl olsa unutulur” beklentisi ile görmezden gelindi sanıyorum.

Oysa, bilimsel bilgiye dayalı süreçlerde kavramlar ve standardizasyon çok önemlidir. Çünkü neyin doğru, neyin yanlış olduğunun bilinebilmesinin; illerin, bölgelerin, ülkenin diğerleriyle karşılaştırılabilmesinin temel yolu bu veriler üzerinden yapılan değerlendirmelerle, analizlerle gerçekleştirilebilecektir.Saptanan her bir hastanın yaşı, cinsiyeti, yaptığı işi, çalışma durumu, ikamet ettiği il, ilçe hatta mahalle gibi sosyo demografik özellikleri, şeker, yüksek tansiyon, şişmanlık gibi hastalıklarının bulunup bulunmadığı vb. bilgilere öncelikli olarak gereksinim duyulur. Bunu sağlarsanız salgının seyrini izleyebilir, yapılan müdahalelerin olumlu mu yoksa olumsuz mu gelişmelere neden olduğunu ya da hangisinin olumlu, hangisinin olumsuz gelişmelerin sebebi olduğunu ortaya koyabilirsiniz.

halk-sagligi-uzmani-prof-dr-hamzaoglu-para-yasama-tercih-edildi-853856-1.

Aynı durum hastaların tedavi sürecinde de en azından ilk altı, yedi ay boyunca yaşandı. Hidroksiklorokin etken maddesine sahip ilaç, hastaların tedavisinde ısrarla kullanıldı. Ve neredeyse bütün hastalara uygulandı. Oysa bu ilacın Covid-19 hastalığında ya da aynı aileden virüslerin neden olduğu hastalıklardaki etkisiyle ilgili elde edilmiş herhangi bir bilimsel bilgi yoktu. Bakanlık, konuyla ilgili eleştirilere, karşı çıkışlara kulaklarını kapattı. Muhatap dahi almadı. Uzmanlık alanlarındaki yılların bilgi birikimini görmezden geldi. Kasım 2020 tarihi itibariyle bilimsel araştırmalar sonucunda elde edilen bilgilere göre bu ilacın Covid-19 hastalığının tedavisinde hiçbir etkisi bulunmadığı kesin olarak gösterildi. Aksine kullanılan dozu ve hastaların yaşı, kronik hastalıklarının varlığı vb. bazı özellikleri nedeniyle ölüme kadar giden önemli komplikasyonlara, yan etkilere neden olabildiği de ortaya kondu. Bakanlıktan yine herhangi bir açıklama yapılmadı. Bu konu da unutulmaya terkedildi.

Bugün bir kez daha görüyoruz ki Türkiye’de iktidar,Covid-19 pandemisinde yaşananlarla ilgili olarak doğru bilginin paylaşılmasını ve çoğu zaman da bilimsel bilgiyi kullanmayıtercih etmedi. Sağlık Bakanlığı ve bu alanda birlikte çalıştıklarının bir bölümü ellerindeki bilgiyi sakladılar, hatta kamuoyuna doğru olmayan açıklamalarda bulundular. Örneğin, bugüne kadar hastalanan ve yaşamını kaybetmiş olan sağlık emekçilerinin ne sayıları ne de mesleklerine, cinsiyetlerine, yaşlarına vb. göre dağılımları Sağlık Bakanlığı tarafından tam olarak açıklanmadı. Yanı sıra, illerin durumunu bilemiyor, izleyemiyoruz.

► Açıklamalarınızbir soruyu akla getiriyor:Peki, bu veriler kullanılarak yapılan değerlendirmeler için neler söyleyebilirsiniz?

Açıklanan verilerin, bilgilerin doğru ve standart olması bunları kullanarak salgının var olan durumunu değerlendirmek, yakın gelecekte nasıl olabileceğini öngörebilmek için de gerekiyor. Hatta zorunlu. Çünkü salgının seyrini öngörebilmek için kullanılan modellemelerin tümü kendi içinde önemli sınırlılıklara sahiptir. Yani önemli yanılma payları söz konusudur. Buna bir de doğruluğundan emin olunmayan hatta doğru olmadığı kanıtlanmış verileri kullanmak eklendiğinde, başka bir ifadeyle, Sağlık Bakanlığı tarafından açıklanan veriler bu modellemelerde kullanıldığında ortaya çıkan sonuçların yanlışlanabilirliğinin yüksek, gerçeği yansıtma olasılığının düşük bilgiler olduğunu tahmin edilebilmemiz mümkün.

Öyleki bununla ilgili durumlara oldukça sık olarak rastladığımızı anımsayacaksınız. Yazılı ve görsel basında, Twitter başta olmak üzere, sosyal medyada önce Nisan 2020 sonu ve Mayıs ayı boyunca “birinci dalga bitiyor, ikincisi başlayacak” tartışması yapıldı. Ardından haziran ayının başından itibaren de “birinci dalganın ikinci piki” vb. çok sayıda ifadeye, açıklamaya tanık olduk. Bu ve benzeri konulardaki beyanlar üzerinden yürütülen tartışmaların, salgınla mücadelede yapılması gerekenlerin kamuoyu ile paylaşılmasını, sahiplenilip talep haline dönüşebilmesini zaman zaman geciktirdiğine, hatta engellediğine tanık olduk. Uzmanların bilgilendirme amacıyla yaptığı birçok açıklama, iktidar tarafından da kamuoyunun “dikkatini dağıtma” amacıyla kullanılabildi maalesef.

► Ülkede salgına karşı alınan tedbirler için ne demeli? Zira salgın gerekçesiyle patronların vergi borcu silinirken okullar kapatıldı, esnaf desteksiz bırakıldı. Bu çelişkiyi nasıl yorumlamalı?

Bu sorunuza yönelik yanıtımı ilk sorunuza yönelik yanıtımla da birleştirerek; “Türkiye’de salgınla mücadelenin asgari koşulları dahi sağlanmadı!” biçiminde özetlemek istiyorum.Salgınla mücadeleyle ilgili olarak hem sağlık hem de ekonomik ve sosyal alanlarda toplumsal hedefli ve kamusal içerikte atılması gereken doğru adımlar ya zamanında ya da hiç atılmadı. İktidarın tutumu ve uygulamaları sonucunda, günümüz Türkiye’sinde Covid-19 hastalığı işçiler, kendi hesabına çalışanlar, emekçiler, yoksullar, göçmenler arasında daha sık görülen, daha ağır yaşanan ve daha çok öldüren bir hastalık haline getirildi. Salgına, yaşayabilmek için çalışmak zorunda olanların aleyhine, sınıfsal bir karakter kazandırıldı. Bunda da ısrar ediliyor. Yoksa, hastalığın etkeninin toplumsal sınıflar arasında kendiliğinden ayrımcı bir tutumu söz konusu değil. Bu durum bizzat iktidarlar ve temsil ettikleri sınıflar tarafından yaratıldı.

Hastalığın etkeni, SARS-CoV-2’nin yapısı, bulaşma yolu ya da enfeksiyon zinciri, hastalığın klinik özellikleri vb. alanlardaki bilgilerin en temel olan ve büyük bölümünü oluşturan bilimsel bilgilere Nisan 2020 tarihiyle sahiptik. Bu bilgiler, özetle günlük yaşamın etkenin özellikleri dikkate alınarak “yeniden düzenlenmesi” zorunluluğunu ortaya koymasına karşın ne Türkiye’de ne de dünyanın pek çok ülkesinde gerekenler yapılmadı. Ne fabrikalar ne madenler ne toplutaşıma araçları ne okullar ne sosyal mekânlar vb. çalışma ve yaşam alanları söz konusu bilgiler ışığında, öncelikli olarak gerekli olan kişiler arası mesafe ve havalandırmanın sağlanacağı biçimde düzenlenmedi. Maliyet, insan yaşamına tercih edildi. İktidarın, düzenlememe yönündeki ısrarı bugün bile devam ediyor. Oysa, toplumsal yaşamın devam edebilmesi için Covid-19’un etkeni de SARS’ın etkeni gibi mutasyon sonucu hastalık oluşturabilme özelliğini yitirmediği sürece bu düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Yapılmamasınıntoplumun büyük çoğunluğu aleyhine bir tutum olduğunun altını bir daha çizelim.

Bu salgında adına “kapanma”, “tam kapanma” dense de “sokağa çıkma yasakları” gibi uygulamalar ister 14 gün (SARS-CoV-2’nin kabul edilen en uzun kuluçka süresi), ister 28 gün sürelerle yapılsın, yalnızca salgının şiddetini o da bir süreliğine azaltıyor, hafifletiyor. Kapanma/tam kapanma uygulamalarıylakısa sürede, çok sayıda yeni hastanın ortaya çıkması engellenebildiği için hastanelere kısa sürede yoğun hasta başvurularının önüne geçilmiş, böylece sağlık sisteminin tıkanması, iflası ertelenmiş oluyor. Ancak bir süre sonra durum yine eski haline dönüyor. Kısır bir döngü gibi yinelenmesi gerekiyor. Çünkü bu uygulama tek başına salgının yalnızca geçici olarak kontrol altında tutulabilmesinisağlıyor. Bir mücadele aracı değil, yalnızca hafifletme aracı. Yanı sıra, herbir kapanma döneminin insanlar üzerinde yarattığı psikolojik ve fiziksel etkileri de unutmamamız gerekir. “Kapanma” uygulamalarını,sağlayabildiği yararı ve özelliğini sanıyorum bir örnekle daha kolay anlatabileceğim: “İçme ve kullanma suyunu bir barajdan alan kentte, bu su kaynağı mikrobiyolojik bir etkenle kirlenmiş olsun. Ve bu mikrobun, suyun işlenme prosedürlerinde kullanılan maddelere, araçlara da dirençli olduğunu, insanlarda da ishal yaptığını kabul edelim. Bu suyu doğrudan kullanan kent halkının önemli bir kısmı ishal olacaktır. Şikayetleri dayanamayacakları aşamaya geldiğinde ya da geçmeyince de bir sağlık kuruluşuna gideceklerdir. Burada da hastanın şikâyeti dikkate alınıp, hatta laboratuvar incelemeler yapıldıktan sonra ilaç tedavisi verildiğinde bu tedavi boyunca ishale iyi gelecek, ancak ilaç bittikten bir süre sonra, aynı su içilmeye devam edildiği için, yeniden ishal şikayetleri ortaya çıkacaktır. Hemen farkedileceği gibi bu durum ancak baraj suyunun temizlenmesine yönelik doğru ve yeterli müdahale yapılana kadar devam edecektir.” Bugün de durumumuz benzer bir haldedir. Günümüz salgını için yapılması gereken, enfeksiyon zincirini kırabilecek müdahale, SARS-CoV-2’nin özelliklerini dikkate alarak günlük yaşamın bütün alanlarını düzenlemekten geçmektedir. Kapanma, bu süre boyunca, yurttaşların sosyal ve ekonomik tüm gereksinimlerinin karşılanarak ve çalışma ile yaşam alanlarının hastalığın bulaşma özellikleri dikkate alınarak düzenlenebilmesi için uygun koşulları sağlayabilmek hedefiyle olduğunda anlamlı ve işlevsel olabilir. Sanıyorum daha sonra siz de soracaksınız ancak burada da paylaşalım;salgının kontrol altına alınabilmesi için eşlik etmesi gereken diğer bir araç da eş zamanlı olarak tüm dünyada tüm toplum üyelerinin ayrımsız bir biçimde ve daha fazla zaman geçirmeden aşılanmasıdır. Son olarak bugüne kadar uygulanmakta olduğu haliyle kapanma ve aşılamanın her ikisi de birlikte salgın kontolünün araçları olabilir. Oysa, salgınla mücadeleyi, “enfeksiyon zinciri”nin (kaynak-bulaşma yolu/aracı-sağlam kişi) en az bir halkasını bir daha bir araya gelemeyecek şekilde “kırabilecek” uygulamalarla gerçekleştiribiliriz.

Sorunuzda geçiriyordu,unutmadan yanıtlamak istiyorum; Kreş, anaokulu ve ilkokulların kapalı olmasının salgınla mücadelede hiçbir yerinin olmadığı bilimsel bilgiye dayalı olarak ortaya kondu. Aksine, kapalı olmasının özel eğitim alması gerekli çocuklar ve aileleri başta olmak üzere hem kişisel hem de toplumsal geleceğimiz için olumsuz etkilerinin olacağı uluslararası uzmanlık kuruluşlarının raporlarında da herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak biçimde açıklandı. Okulların da eğitim programının da salgının etkeni dikkate alınarak düzenlenmesi, kamu-özel okul ayrımının kaldırılıp herkesin mahallesindeki en yakın, makul sürede yürüyerek ulaşabileceği okula gitmesi sağlanmalıdır. Özetle, Mahalle Okulları uygulamasına geçilmesi gerektiğini düşünüyorum.Milli Eğitim Bakanlığı tarafından pandemi nedeniyle uygulanmakta olan eğitim, “uzaktan eğitim” olarak kabul edilemez. Uygun nitelik ve nicelikte bir alt yapıya ve programa sahip değil. Acil durumda uygulanmakta olan bir etkinlik diyebiliriz yalnızca. Bu haliyle de kentte ve kırda yaşayan, varsıl ve yoksul aileler arasındaki eşitsizliklerin daha da derinleşmesine neden olduğu verilerle de ortaya kondu. Bu durumun daha da devam etmesi önlenmelidir.

► Maske dağıtımından tarama testlerinin yapılmamasına, aşıdan verilerin düzenli ve detaylı açıklanmamasına kadar ciddi sorunlar yaşandı. Sizce neden şeffaf davranılmadı? Meslek örgütleri sürece dahil edilse nasıl bir salgın tablosuyla karşılaşırdık?

Bu sorunuza yanıt verilebilmesi özellikle de nedenselliği iyi değerlendirebilmek için, Bolsonaro’danMacron’a, Johnson’danTrump’ave Putin’den Erdoğan’a farklı ülkelerden ve politik yelpazenin birbirinden farklı yerlerindeki liderlere ve uygulamalarına bakmak, değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Bunu da ancak pandemi döneminde, bu ülkelerdeki uygulamaları ve lider tutumlarını inceleyebilmiş olan siyaset bilimciler yapabilecektir. Ben, kendi alanımdan şunu söylemek isterim; söz konusu bu ülkeler ve liderler, dolayısıyla Türkiye’de de “salgınla mücadele etmiyorlar, salgını yönetiyorlar.” O nedenle meslek örgütlerinin katılımı da Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu’na vePandemi İl Koordinasyon Kurulu’na bazı bilim insanlarının katılımlarında gözlemlendiği gibi toplum yararına herhangi bir olumlu değişiklik yaratamayacaktır. Meslek örgütlerinin sürece katılımı, bazı konularda küçük de olsa deşifrasyonlar, çok daha küçük de olsa hataların azalmasını sağlayabilecek olsa da bu özellikteki iktidar için yalnızca ve yalnızca yapmadıklarının ve yaptıkları hatanın sorumluluğunu üzerine devredeceği, kendini aklamak için kullanmak isteyeceği bir araç, başka türden bir hedef tahtası olabilirdi.

► Daha önce normalleşmenin bedelini ülke olarak ağır ödedik. Salgının kontrol altına alınamadığı, mutant varyantlarının yayıldığı bugünlerde de tekrardan normalleşme adımları atıldı. Bunu halk sağlığı bağlamında nasıl değerlendirirsiniz?

Önceki sorularınızı yanıtlarken paylaşmıştım. Kısaca özetleyeyim: Çalışma ve yaşam alanlarının Covid-19 hastalığının etkeni dikkate alınarak, toplumcu bir hedefle “yeniden” düzenlenmemiş olması yaşanan sorunların benzerlerinin yinelenmesini getirecektir. İstemesek de maalesef bizlerin tanıklığında.

► Küresel güç savaşının yeni silahının koronavirüs aşısı olduğu yönünde kimi değerlendirmeler var. Salgın ve aşı tartışmaları örneğin kamuculuğun önemini açığa çıkardı. Sizce başka ne gibi politikaların önemini bu süreçte daha iyi anladık?

Pandemi koşullarında Covid-19 hastalığına yönelik aşı çalışmalarının neredeyse tümünün büyük ölçüde kamusal kaynaklarla desteklendiği geçtiğimiz günlerde açıklanmıştı. Milyarca dolar desteklerle çalışmalar yürütüldü ve bu günlere kadar da beş tanesi, ülkelerin yetkili kurumları tarafından sağlanan “özel kullanım izni” ile uygulamaya başlandı. Tümü özel mülkiyet olarak, tümü sahip olan şirketin kapasitesi kadar üretilebiliyor ve pazara sürülüyor. Ekonomi alanının deyimleriyle; talep neredeyse sınırsız arz ise sınırlı. Şubat sonu itibariyle üretilmiş olan aşıların dörtte üçünün en zengin 10 ülke tarafından satın alındığı ve 130 ülkede henüz hiçbir aşılama uygulamasına geçilemediği bilgisi paylaşıldı.

Dünya genelinde bir salgın var, belirli sınırlılıklarda da olsa hastalığa karşı koruyuculuğu kanıtlanmış aşılar var ve bunların üretimi, paylaşımı önünde kapitalist üretim ilişkileri dev ve tek bir engel olarak duruyor. Bu durumu kapitalizmin doğaya, insana karşıtlığı ve akıl dışılığı dışında başka herhangi kavramla açıklayabilmemiz mümkün değil. Bu durumun tek bir çözümü olduğunu düşünüyorum, bu aşıların mülkiyeti toplumsallaştırılıp, insanlığın aşısı olarak kabul edilmeli ve dünyanın hemen her ülkesinde, uygun üretim koşullarında üretilmeli ve parasız olarak herkese uygulanabilmelidir.

Yaşanan bu örnek bir defa daha gösteriyor ki kapitalizm devam ettiği sürece bu ve benzeri akıl dışılıklarını, insana karşıtlıklarını ve bunların sonuçlarını yaşamaya devam edeceğiz. O nedenledir ki sorunu, nedenini ve çözümünü tanımlarken insanlık tarihinden ve bilimin ışığından yeterince yararlanabilmemiz gerekiyor. Pandeminin dünya genelinde yaşattıklarının hem patriyarkalneoliberalizmin hem de hegomanyasının krizlerinin derinleşmesini sağladığını görelim ve gereğini yapabilelim. Bu sorunu yaratan etkeni-kapitalizmi tamamiyle-bütün kurumlarıyla birlikte ortadan kaldırabilmemiz, doğayı ve insanı birlikte önceleyen, patriyarkayı ortadan kaldırabilmiş sosyalizmi hepbirlikte inşa edebilmek için yola koyulabilmemiz gerekiyor.

► İktidarın salgından başarı hikâyesi çıkarmaya çalıştığıçok ortada ama gerçekler farklı… Sizce Türkiye, şu an yeni dalgaya hazırlıklı mı?

Yeni bir dalganın ortaya çıkabilmesi için öncekinin sönümlenmesi gerekir. Oysa, Türkiye’de Mart 2020’de başladığı açıklanan dalga henüz sönümlenmedi.

► Peki, son olarak geride bıraktığımız bir yıl bağlamında koronavirüs salgını karşısında Türkiye’de nelerin yaşanması muhtemel?

Pandemiyle birlikte Türkiye’de de şöyle ya da böyle kurum olarak bilim ve bilimsel bilgi önceki yıllara göre hem daha sık hem de olumlu olarak gündeme geldi. Geçmiş yıllarda yaşanan deprem, sel vb. doğa olaylarına dayalı afetlerin nedenseliklerihurafelerle açıklanırken, pandemide bunun yaygın olmadığına tanık olduk. Gelinen bu aşamada, pandeminin ve onun sonucunda yaşanan sorunların nedeni, bilimsel bilgiyi üreten kurum, kuruluş ve kişilerle de işbirliği yapılarak, siyasi özneler tarafından geniş kitlelerle paylaşılabilmelidir. İşin özünün, temel nedenin biyolojik değil ekonomik, siyasi olduğu tartışılabilmeli ve “herkese parasız maske, parasız su, parasız aşı”dan başlayarak toplumsal talepler geliştirilebilmelidir. Son olarak söylediklerimi benim ve benim gibi Marksistler, sosyalistler için Türkiye’de yaşanmasını arzu ettiğimiz ve en muhtemel olmasını istediğimiz bir durum olarak değerlendirmek arzusundayım.

Dünya Sağlık Örgütü tarafındanpandeminin, Sağlık Bakanı tarafından da Türkiye’de ilk Covid-19 hastasının varlığının açıklanmasının birinci yılı nedeniyle bu söyleşi olanağını verdiğiniz için size ve BirGün emekçilerine teşekkür ediyorum.