Son dönemde yabancı yayınlarda sıklıkla halk sağlığı ve kentleşme ilişkisi üzerine yazılar çıkıyor. 'Mevcut kentleşmenin hangi dinamikleri halk sağlığını tehdit ediyor, neler değişmeli, korona sonrası kentleşme nasıl olabilir/olmalı' gibi sorular tartışılıyor. Bu soruların hepsinin ayrı ayrı ve etraflıca tartışılması gerekiyor. O nedenle bu konu hakkında yazılanlara kulak kabartmak önemli.

Kolera, ebola, İspanyol gribi gibi salgın hastalıkların kentlerin değişiminde oynadıkları roller biliniyor. Her biri, farklı bir kentsel tasarım ve planlamaya sebep olan salgın hastalık olarak anılıyor. Korona salgınının da özellikle büyük şehirlerdeki hızlı yayılışı, kentleşme politikalarını ve kentsel yaşantının organizasyonunu gözden geçirmeyi gerektiriyor.

Gözden geçirilmesi gereken noktalardan biri virüsün yayılmasına sebep olan koşulların başında gelen kentsel yoğunlaşma olarak karşımıza çıkıyor. Yoğunlaşmanın süreçteki payı bugüne kadar benimsenen kentleşme politikasının öngörüsüzlüğünü de gösteriyor. Her yerde hükümetler yoğunluk azaltıcı önlemler alıyorlar. Sosyal mesafe de buraya denk düşüyor. Tabii mesafelenme geçici bir uygulama olarak bir çözüm sunmuyor. Bundan sonra yapılacak herhangi bir kentsel planlamanın yoğunluk ile halk sağlığı arasındaki ilişkiyi hesaba katması gerekiyor. Hatta herhangi bir kentsel unsurun afet senaryosunun da hazırlanması gerekiyor.

Salgın ile ortaya çıkan umut verici bir kentsel dinamik olarak da yurttaşların dayanışma ağlarına dikkat çekiliyor. Yerel ölçekte düşündüğümüz zaman bunlar arasında en önemlisini gıda dağıtım ağlarının oluşturduğunu görebiliriz. Bu ağlar temel gıda ihtiyaçlarını karşıladığı gibi farklı demografik gruplar arasında bir bağ kurulmasına da vesile oluyor. Gençler ile sokağa çıkma yasağı olan 65 yaş üzeri kişileri veya işsiz/gelirsiz vatandaşların iletişimini sağlıyor. Bununla birlikte, dayanışma ağlarının geleceğimiz üzerinde anlamlı bir etkisi olup olmayacağının, salgından alınacak politik çıkarımlara bağlı olduğu da bir gerçek.

Ülkemizde hükümetin kentleşme politikasının temel özellikleri arasında başı bilimden uzaklık ve rantçılık çekiyor. Kentler sürekli büyürken doğal alanlar geri dönülmez olarak hasar alıyor. Kentlerin nüfusu sürekli artarken altyapı buna göre güncellenmiyor ve bu kentlerin kırılganlığını artıyor. Bu bağlamda salgın, hükümetin kentçilik anlayışının ihtiyaçları karşılamaktan uzak olduğunu; sağlık, beslenme, iletişim gibi temel ihtiyaçları karşılama konusundaki kapasitesini ortaya koydu. Temel ihtiyaçlara ilişkin alanlarda özelleştirmeler gibi gaspçı kent politikalarının, sorunları daha da derinleştirdiğini gösterdi. Bundan sonra benimsenecek kentleşme anlayışı bu sorunlara yanıt vermek zorunda. Bu yanıtın şimdilik görebildiğimiz en az iki unsuru barındırması şart. Birincisi temel ihtiyaçlara yönelik kentsel hizmetlerin yerelleştirilmesi. İkincisi de kentleşme anlayışında yaşamı kırılganlaştıran ranta karşı toplumsal çıkarları önceleyen bir politik yaklaşımın benimsenmesi.

Evde kalamayıp fatura, kira gibi masrafları karşılayabilmek için çalışmak zorunda olan işçiler de önemli bir kentsel gündem oluşturuyor. Bazı kuruluşlar evden çalışmaya geçerken bazıları da hâlâ işyerlerinde, sağlıksız koşullarda çalışmayı sürdürüyor. Hükümet ise bu konuda emekçiden yana bir tavır sergilemekten çok uzak. Salgın şartlarında çalışanlar, ev-iş arasında uzun saatler süren yolculuklar yapmak zorunda bırakılıyor. Üstelik işyerlerininin sağlıklı çalışma koşullarına uygun hale getirilmesi konusunda herhangi bir yaptırım da yok.

Sonuçta korona salgını, mega projeler gibi nesilleri borçlandıran israfların, üretenler için sağlıklı çalışma koşulları yaratmaktan daha önemli olduğunu, dolayısıyla bütün bir kent politikasının emekçiler için bir mücadele alanı olarak düşünülmesi gerektiğini gösteriyor.