Halkçı-kamuculuk programını içeriklendirmek, tartışmak, geliştirmek, ama her şeyden önce sahiplenmek gerekiyor. Hayat dayatıyor; ölümleri ve yağmayı durduran asgari programda birleşme yolundayız. Tekel’i Gezi’ye, Soma’yı Ermenek’e, Yırca’yı Yatağan’a, Arhavi’yi Silopi’ye bu program bağlayacak.

Halkçı-kamucu seçenek: Neden, nasıl?

DENİZ YILDIRIM*

Kesin bilgi, yayalım: karanlığı çok seviyorlar. Gezi’de, Validebağ’da ve şimdi Yırca’da. Karanlıkta saldırıyor, saldırmak için karanlığı bekliyorlar. Yırca Köyü’nde 6 bin zeytin ağacını termik santral için söküyor, zeytin nöbeti tutan köylüye gece saldırıyorlar. İktidarıyla, şirketleriyle ve güvenlikleriyle karanlığı seviyorlar.

Bitmeyecek. Geçen hafta yazdık. Soma, Yatağan, Ermenek ve şimdi Yırca bütünlüklü bir saldırı programının ürünü. Krizleri derinleşiyor; derinleşen krizlerine verebilecekleri tek yanıt zorbalığı da derinleştirmek.

Davutoğlu’nun Perşembe günü açıkladığı yeni ekonomik programa bakınız. Cari açığı düşürmek, yerli kömüre dayalı üretimi 4 yılda yüzde 80 arttırmak, maden sahalarını gerekirse rödovans (kiralama) bedeli talep etmeden işlettirmek; yeni termik santralleri şirketlere yaptırmanın önünü açmak için halka karşı her tür zor gücünü kullanmak programda yer alıyor.

Açık örnek: Gece Yırca Köyü’nde termik santral için 6 bin zeytin ağacını kesmek; perşembe gündüz açıklanan yeni programın ilk icraatıdır. Yoksul köylüyü tütünden, zeytinden, topraktan “cebren ve hile” ile koparan bu siyaset; Soma’da, Ermenek’te madene daha da kötü şartlarda inmeye “mecburum” diyecek işçiler yaratmanın yegane yolu. Yağmacı/ilkel birikimden vazgeçemezler.

Biz ne yapacağız? Programlı saldırıya programla yanıt verilir demiştik. 19 Ekim’de Ankara’da kuruluşunu ilan eden Birleşik Haziran Hareketi bu açıdan programlı yanıt girişimi adına bir umut. Mücadele yöntemi olarak birleşik karaktere vurgu yapan bu inşa hareketi; aynı zamanda birleşik mücadelenin programlı, ilkeli olması gerektiğinin de altını kalın kalın çizdi, çiziyor. Kamuoyu ile paylaşılan metinde yer alan “Piyasacı talan ekonomisine karşı çıkıyor, özelleştirme yağmasına karşı halkçı-kamucu bir ekonomiyi savunuyoruz” cümlesi bu çerçevede okunmalı. Halkçı-kamuculuk programını içeriklendirmek, tartışmak, geliştirmek, ama her şeyden önce sahiplenmek gerekiyor. Hayat dayatıyor; ölümleri ve yağmayı durduran asgari programda birleşme yolundayız. Tekel’i Gezi’ye, Soma’yı Ermenek’e, Yırca’yı Yatağan’a, Arhavi’yi Silopi’ye bu program bağlayacak.

Peki neden ve nasıl?

Bugün kamu ve kamusallık yoğun bir saldırı altında. Neoliberal yağma ekonomisi halka, halkın kazanımlarına, emekçiye, müşterek varlıklarımıza saldırarak gelişiyor. Halkı yoksullaştıran Özal ekonomisinin, Derviş programlarının izinden giden ve bu hamleleri derinleştiren AKP’nin tarihi, aynı zamanda yağmada, özelleştirmede ve iş cinayetlerinde rekora koşmanın da tarihi. Diğer taraftan kamu aynı zamanda ideolojik bir saldırı altında. Her nerede bir özelleştirme, sermayeye tahsis, yağma hamlesi belirse altından “acele kamulaştırma” ya da “üstün kamu yararı” çıktığını; “kamu-özel ortaklığı”nın vurgulandığını görüyoruz. Bu açıdan AKP ve sermaye de “kamucu.” Tırnak içinde. Sermaye lehine her yağmayı “kamu” ile meşrulaştırmak zorunda kalmalarından anlıyoruz. Öyleyse kavramlar üzerindeki mücadele de sınıflar mücadelesinin bir parçası. Sermaye yararına bu “kamucu”luğa karşı halkçı, halk yararına bir kamuculuğu savunuyoruz.

Bunun için öncelikle devletle özeli karşı karşıya koyan ve devleti sınıf ilişkilerinin dışına yerleştiren liberal analiz biçimlerinden vazgeçmeliyiz. Bugün devlet artan oranda özelleşmekte; özel/piyasa ilişkileri de devletleşmekte. Hiç olmadığı kadar iç içeler. Bu açıdan halkçı-kamuculuk sermayeye kar ve kaynak aktarım ilişkilerini dışarıda bırakmaya gönderme yapıyor; devlet-özel ayrılığını aşarak; ikisinin içiçeliğinin bilinciyle her alanda yağma saldırısını halkçı temelde geriletmeyi ve neoliberalizmin dışında yeni bir ekonomiyi birlikte örmeyi amaçlıyor.

Taşeronda çalışan bir işçiyle hastanede sohbet ederken durumu şöyle özetledi geçenlerde: “devlet şirket olmuş, şirket de devlet”. Bu kadar net ve bu kadar özet. Sınıfın bilincinden yükseliyor. Haklı. Bugün iş cinayetleri inşaatta TOKİ, madende TKİ gözetiminde, yani devletin “kar, maliyet” perspektifli teşviğiyle gerçekleşiyor. Eğitimde okullar “devlet”in; ama “gizli özelleştirme” yöntemleriyle piyasalaşma devlet okullarını sarıyor. Dahası, devlet öğrencilerin özel okullara gitmesi için teşvik ödüyor, sağlıkta özel hastaneleri bizzat devlet ayağa kaldırıyor. Devletin sağlık harcamaları sermayeyi beslemek için hızla artıyor. Köylünün toprağına, sermayeye birikim alanları açılsın diye “el konuyor”. Muaviye sarayları bu temelde yükseliyor. Fatura ise kısılan “emek ve güvenlik maliyetleri” nedeniyle, üretim zorlamalarıyla yine devletin mülkiyetinde olup sermayeye kiralanan işletmelerde, Soma’da, Mecidiyeköy’de, Ermenek’te işçiye, köylüye, halka çıkarılıyor. Biz ölüyoruz, onlar diriliyor.

Öyleyse bugün bir hizmetin devlet tarafından sunulması ya da bir varlığın mülkiyetinin devlette olması, kamuculuğu garanti etmiyor. Kamuculuk bundan öte bir eksene işaret ediyor. Halkçı-kamuculuk, sermaye için “kamuculuğa” direnme; kamu kaynaklarını sermaye için değil, halk için kullanma programı.

Net olmalıyız, özetle halkçı-kamuculuk: yağmayı durdurmayı; kamu varlıklarının kar için değil halk için kamu eliyle ve işçi denetimiyle işletilip yönetilmesini; hizmetlerde kamu kaynaklarının sermaye için değil halk için kullanılmasını; özelleştirme, taşeron ve rödovans uygulamalarının son bulmasını; özelleştirilen varlıkların halkçı temelde yeniden kamulaştırılmasını; emekçiye dönük her türlü saldırının durdurulmasını; hizmetleri piyasalaştırma saldırılarına karşı direnmeyi; güvencesiz, güvenliksiz, sendikasız çalışma dayatmasını bitirmeyi; örgütlenme hakkının önünün açılmasını; sadaka değil hak temelli bir düzenin inşasını savunuyor. Bu açıdan halkçı-kamuculuk asgari programı neoliberalizme ve yağmaya direnme, geriletme; ortak varlıkları savunma ve genişletme sloganı.

Mümkün mü?

Evet mümkün. Bugün AKP’ye karşı siyasal direniş ve itirazların içeriği Tekel’den Gezi’ye, Soma’dan Ermenek’e, Yatağan’dan KaçAk Saray’a uzanan zeminde asla piyasacılık ya da neoliberalizm tarafından belirlenemiyor. Bu kazanımdır. Tek tek, fiili, yerinde direnişlerin sağladığı kazanımlar kadar da önemlidir. AKP karşısındaki direnişlerle yağmaya karşı direnişleri birleştirecek; mücadelelerin yüzlerini birbirine döndüren, enerjilerini birbirine ekleyen, dönüştüren ve politikleştiren bir programın zemini var. İş cinayetleri üzerinden yükselen tepkiselliğin neoliberalizme karşı halkçı-kamucu bir program etrafında toplumsal-siyasal muhalefeti birleştirmesi ve alternatif yaratması imkan dahilinde. AKP karşıtı direnişlerin enerjisi bu programa katılırken; yağmaya karşı iktisadi direnişlerin enerjisi AKP Rejimi’ne karşı siyasal bir kurucu enerjiye dönüştürülebilir. Bu noktada birlikte mücadele deneyim ve girişimlerine büyük görevler düşüyor. Neoliberalizmi geriletmek ve halkçı bir iktidar seçeneği yaratmak adına Latin Amerika deneyimleri de eksisiyle artısıyla önümüzde duruyor.

Yeni bir kamusallık

Diğer taraftan bugün kamuculuğu Tekel’de, Gezi’de olduğu gibi, piyasa ilişkilerini dışarıda bırakan, demokratik birlikte yaşam modelini aşağıdan inşa eden yeni bir kamusallık ve özyönetim arayışından bağımsız düşünmek mümkün değil. Gezi’den yükselen Haziran kamuculuğu pratikten beslenen bir program olarak böyle derslerle dolu. Halk hareketi bir yandan kamusal bir varlığın, parkın yağmalanmasına karşı çıkarken; diğer yandan parklarda, forumlarda inşa edilen yeni kamusal yaşam modeli, yeni bir cumhuriyetin yönetsel nüveleri olarak geleceğe devredildi. Halkçı-kamucu program, bu özyönetim tohumlarını işyerlerinden mahallelere, yaşam alanlarımıza kadar yayma, geliştirme ve “yeni” bir kamusal yaşamı bu temelde örmenin köprüsü olarak da görülmeli. Bu açıdan kamuculuk sadece iktisadi düzeyde değil, aynı zamanda siyasi düzeyde bir örgütlenme biçimi; kamusalı savunmak ve inşa etmek arasında; siyasal mücadelelerle ekonomik karakterli mücadeleleri ayıran zemini kaldıran karakterde bir köprü.

Evet, temsili demokrasinin, nizami muhalefetin ve diktacı rejimin krizini dışa vuran, özyönetimci, tabandan bir kamusallık inşasından bağımsız, ekonomik alana sıkışmış bir halkçı-kamuculuk yetersiz kalır. Basit bir gerekçe: Gezi’de kışla yapılmasını, parkın talan edilmesini engellemiş olabiliriz. Kamucu kazanımdır. Ancak mülkiyet ilişkileri açısından “kamu”da kalsa da, park Haziran’daki kamusallıktan çoktan “uzaklaştırıldı”, AKP’nin ve onun baskı aygıtlarının keyfi kontrolü altında bir açılıyor, bir kapatılıyor. AKP Rejimi’nin memleketin neresinde bir protesto dalgası yükselse Gezi Parkı’nı keyfi olarak kapatması bu temelde bir mesajdır. Dikta varsa, baskı varsa, parkı sadece piyasa ilişkilerinin dışında tutmayı başarmak; kamuyu mülkiyet ilişkileri temelinde korumak yetmez. Diktayı geriletmeyi önüne görev olarak koymayan bir kamuculuk mücadelesi de; kamuculuğa yaklaşmayan bir dikta karşıtı mücadele de bu açıdan zaaflıdır. İktisadi kamuculuk ile siyasal düzeyde aşağıdan, demokratik bir kamusal yaşamı inşa mücadelesi birbirinden ayrılamaz.

Sadece bizde değil; son yıllarda finansal krize, neoliberalizmin krizinin faturasını halka yıkmasına ve temsili demokrasinin sıkışmasına karşı İspanya’dan Yunanistan’a, Mısır’dan ABD’ye kadar gelişen halk hareketlerine, direnişlere bakalım. Bu hareketler hem iktisadi düzeyde kamucu bir talepten besleniyor, hem de talep ve protestonun ötesine geçerek, kamusal alanı işgal ve inşa ederek, kamucu mücadelelerden özyönetimci kamusal siyasetlere damarlar açarak düzen içi demokrasi tahayyüllerinin sınırlarını da gözler önüne seriyorlar.

Bu bağı kurmak; iktisadi kamuculuk ile siyasi kamuculuğu halkçı temelde birleştirmek zorundayız. Sermaye bağı kuruyor; kamuyu sadece sınıfsal değil, siyasal olarak da tasfiye ediyor. İnşaat, tüketim, yağma ekonomisinin mabetleri olan AVM’lere bakınız. Yağma programı zaferini sadece AVM’nin inşa edilmesiyle ilan etmiyor. Kamusal alanları “fetheden”, sermaye ilişkilerine açan saldırı programı, tarihsel olarak nerede bir kamusal alan deneyimi varsa onların ismini tabelaya yazarak alaycı zafer bayrağını göndere çekiyor: Agora, Piazza, Park, Forum, Meydan, Bulvar. Şehirlerin yok edilen kamusallıkları üzerinde yükselen AVM’lerin isimleri bunlar. Şaşırtıcı değil; sermaye kamu varlıklarını devlet desteğiyle yağmalarken bize kamunun mülkiyet olarak yağmasıyla kamusal alanların yağması arasındaki bağlantıyı hatırlatıyor. Bu bağı görmek zorunludur; kaçınılmazdır.

*Siyaset Bilimci, Akademisyen