Emekçilerin sömürülme oranlarının arttığı, halkın satın alma gücünün bunca eridiği, işsizliğin tırmandığı bir dönemde dinci iktidarın sahasına girip sözde onun elindeki politik suçlama kozunu alma çabası, beyhude bir iştir.

Halkın gerçek gündeminden kaçış
Kılıçdaroğlu’nun Twitter hesabından Meclis’e başörtüsü teklifi getireceğini açıklaması pek çok kişi tarafından eleştirildi.

Oğuz OYAN

Muhalefet partilerinin iktidarın kendi gündemi yolunda attığı her adımı “gündem değiştirme” çabası olarak tanımlayıp hafife aldığını biliyorduk. Oysa iktidarın yol haritasının değişmez gündemlerinin başında hep bir “dincileştirme programı” üzerinden devletin ve kurumlarının teslim alınması bulunmaktaydı. (Bkz. bu yazıyla bütünlük oluşturan “Altılı Masa Siyaseti” yazımız, Sol Portal, 4.10. 2022).


“Altılı Masa”nın ağırlıklı gücü CHP, AKP’nin karşı-devrimci zeminde ilerleyen gerçek gündemiyle cepheden mücadele etmeyi hiçbir zaman göze alamadı; hatta CHP liderliği dolaylı bir mücadeleye bile girmemek için 2010 yılından itibaren “laikliğin tehlikede olmadığı” çarpık saptamasının ardına sığınmayı tercih etti. Üstelik Cumhuriyet’in kurucu ilkelerinden olan laikliğin 1927’den itibaren CHP tüzüğünün ve programının vazgeçilemezleri arasında yer almasına ve 1937’den itibaren de Anayasalarda, Cumhuriyet’in temel (ve değiştirilemez) niteliklerinden biri olarak sayılmasına rağmen.

Güçler birliği ile otoriterleşme koşutluğu

AKP’nin karşı-devrimci gündeminin yolunda ilerleyebilmesi için güçler ayrılığının yok edilmesi şarttı. Gerçi yürütme-yasama bütünleşmesi yolunda parlamenter sistem içinde de (dünyada ve Türkiye’de) hayli mesafe alınmıştı. Ama esas mesele yargının yürütmeye, Türkiye somutunda ise yürütmenin tepesindeki otokrata bağlanmasının başarılabilmesiydi. Bu da 2010 ve 2017’deki Anayasa referandumu dönemeçlerinde başarıldı. Her meşrepten liberalin desteği de alınarak. Temmuz 2018 sonrasındaki hikâye artık Cumhurbaşkanlığı Kararnameleriyle yönetilme devrine tekabül eder; meşruiyetini gayri meşru 2017 referandumundan alarak...

Güçler ayrılığının yok edilmesi ile otoriter bir yönetim yapısının inşasının birbirini tamamlaması, siyasetin doğasına ve bunun Türkiye pratiğine çok uygundu. İki süreç el ele ilerledi.

Şimdilerde ana muhalefet partisi lideri bu aşırı otoriterleşmiş ve devlet kurumlarını dinci programı yönünde önemli ölçüde dönüştürmüş yönetime karşı, anti-laik bir çizgiden sözde “meydan okumaya” heveslenmiş görünüyor. İktidarın yıllardır fiilen meşrulaştırdığı bir dincileştirme simgesini -türbanlı kamu görevlileri meselesini- güncel bir tartışma olmaktan çıktığı bir dönemde yasal dayanağa kavuşturma hamlesini yaparak sözde iktidarın bu konuyu bundan böyle istismarını önlemek istiyor! Peki, rakibinin dümen suyunda kalarak veya onun ayak izlerine basarak öne geçebilmek hangi somut siyaset pratiğinde görülmüştür? İktidarın ördüğü hegemonya alanı içine hapsolarak bir siyasi seçenek oluşturmak ne zaman mümkün olabilmiştir?

Ayrıca, laik kesimleri temsil eden bir partinin yönetimi kendi kitlesinin duygularını ve tepkilerini bu denli hafife alabilir mi? “Yüreği yeten peşimden gelsin” türünden “ikna” yöntemleri demokratik olabilir mi? Parti organlarının, başta Parti Meclisi’nin özgürce belirlenmiş onayını almadan bu tür kritik adımlar atılabilir, fevri çıkışlar yapılabilir mi? “Yemin etmeme” yanlış girişiminin fiyaskosu, iktidarın milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması girişimine yanlış zamanda destek verilmesi, laiklik mücadelesinin sahiplenilmemesinin dinci partiye çok geniş bir icraat alanı bırakması gibi olumsuz sonuçlanan olaylardan hiç ders almadan şimdi de “bir adım önden sağcılaştırma mücadelesini” büyük strateji olarak takdim etme tuzağına düşülmektedir. (Sistem içi partilerde genel başkanların aşırı yetkili bir otoriterliğe savrulmaları sadece sağ iktidar partileriyle sınırlı değildir).

İktidar partisi de, beklenileceği gibi, “Anayasa değişikliği” karşı-hamlesini yaparak CHP’nin son girişimini boşa düşürmekle kalmamış, onu daha büyük bir tavizin içine çekmeye zorlamış, üstelik de toplumun gerçek gündemini değiştirmek bakımından da altın bir fırsat yakalamıştır. Tüm gündemlerde sıkışan ve bir Anayasa değişikliği teklifini Meclis›e sunmayı aklına bile getiremeyecek durumda olan tükenmiş AKP iktidarının değirmenine su taşımanın politik oportünitesi nedir acaba?

Eğer CHP liderinin son girişimi aynı zamanda “Altılı Masa”nın beş sağ partisine dönük bir hamleyse, burada da sorunlar vardır. Nitekim “Altılı Masa”nın üç sağ partisinden CHP›nin yasa teklifine destek gelmesinden belki daha önemlisi, bu beşlinin en önemlileri olan İYİP ve DEVA’nın desteklerini esirgemeleridir. Bu, yasa teklifinin özüne karşı oldukları anlamına gelmez herhalde ama CHP liderinin siyaset tarzına karşı bir tepki anlamına gelebilir. Dikkate alınmak durumundadır.

Gündem değiştirme asıl şimdi

CHP yönetimi son 12 yıldır iktidarın gerçek gündemi doğrultusunda ilerleyen hamlelerini “gündem değiştirme” olarak yorumlayıp bu hamlelere karşı mücadele sorumluluğundan kaçmayı bir “politik strateji” olarak ambalajlamayı tercih etmişti. Fakat şimdi görülüyor ki, “türbanı yasal meşruiyete kavuşturma” hamlesini yaparak asıl CHP yönetimi tam da bu sıkışık gündemde iktidar lehine bir gündem değiştirme hamlesi yapmış olmaktadır.

Bir kere bu yasa teklifi tam da Medeni Kanun’un yürürlüğe konuluş tarihi olan 4 Ekim 1926’nın 96’ncı yıldönümünde TBMM›ye sunularak, Cumhuriyet’in ve CHP’nin şanlı mücadele tarihi hırpalamak gibi bir talihsizliğe sahiptir.

Halkın gerçek gündemi ise, özellikle bugünlerde asla geri plana atılamayacak önemdedir. Gelir dağılımının bunca bozulduğu, emekçilerin sömürülme oranlarının arttığı, halkın satın alma gücünün bunca eridiği, işsizliğin tırmandığı, köylünün/esnafın büyük bölümünün ezildiği, büyük sermayenin bunca semirdiği bir dönemde, kentsel ve kırsal emekçi kitlelerin -başı açık veya kapalı tüm kadın emekçilerle hep birlikte- sözcülüğüne soyunmak varken, dinci iktidarın sahasına girip sözde onun elindeki bir politik suçlama kozunu alma çabası, beyhude bir iştir. Peki, sakın bu çaba sermayeye karşı emek temelli politika geliştirememenin dayanılmaz kaçış stratejisinin bir tezahürü olmasın?

Mersin saldırısı üzerinden iktidarın yalan üretme hevesleri kursağında kalmış ve tam da iktidara ve ilgili bakanına yüklenme fırsatı doğmuşken; unutturulmaya çalışılan büyük borsa manipülasyonunun suç tezgâhının iktidarın derinlerine kadar nüfuz ettiği açığa çıkmışken; 3 Ekim’de açıklanan eylül ayı enflasyon verileri dar gelirlilerin hangi şiddette ezildiğini bir kez daha göstermişken, 4 Ekim’de “türban yasasını” Meclis’e sunmak hangi akla hizmetti acaba?

Dahası var: “Dezenformasyonla Mücadele Kanunu” denilen sansür yasası aynı gün yani 4 Ekim tarihinde Meclis Genel Kurulu’na 3 ay gecikmeyle indirilebilirken, gündemi başka yere çekme çabası bir iktidar taktiği olsa doğrusu daha anlaşılır olurdu. “Halka yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” gibi muğlak ve sübjektif değerlendirmelere açık hükümler içeren, iktidar cenahını değil de (onlar Kabataş ve Dolmabahçe komplosunda olduğu gibi “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” türünden daha ağır suçları özgürce işlemeye devam edebileceklerdir) muhalefeti ve özgür medyayı susturmaya yönelik olan bu faşizan düzenlemeye karşı toplumsal tepkiyi örgütlemek ana muhalefetin asıl gündemi olamaz mıydı?

Sonuç

CHP’nin 1946 sonrasında laiklik konusundaki hatalı konumlanmalarından ders çıkaramamak, 1970’lerde Ecevit’in Cumhuriyet’in kuruluş sürecini değerlendirirken K. Tahir/İ. Küçükömer okumalarından etkilenerek savrulduğu ideolojik çıkmazın olumsuzluklarını doğru anlayamamak, nihayet 70 yıllık deneyimlere rağmen dinci iktidarla yarışabilmek adına sağcılık yapmayı (veya bunu yeniden keşfetmeyi) politika meziyeti sanmak, bir “öğrenememe durumu”na tekabül eder ve her zaman dinci/sağcı iktidarların ekmeğine yağ sürer.