Adalet Yürüyüşü’ne katıldım geçen hafta. Halk katıldıkça yürüyüş güzelleşti. Ben de halkla birlikte yürümenin tadına vardım. Sokak ve emek yaşamı anlamlı kılıyor…

Halkın kendisi yürüdükçe umut yeşerir, aydınlık gelir!

1

Palamutbükü’nde akşam denizi bir başka. Tüm yıl suya kavuşacağım ânın düşünü kuruyorum. Denizin uçsuz bucaksız bir yatak gibi insanı içine alması, tuhaf bir özgürlük duygusuyla birlikte, tarifi güç bir yalnızlığa taşıyor insanı. Sırtını karaya verince kulaçlar belirsizliğe atılmaya başlıyor, ardından geri dönüp bakınca kıvrılarak gelen yolun üstünde giderek küçülen insanları izlemek ayrı bir keyif. Yıllardır tanıdığım insanlar arasında olmak güzel. Değişikliği sevmiyorum. Bir yan koyda olmaya bile tahammülüm yok. Alışkanlıklar koruyor beni, serüvencilikten uzağım. Hep aynı masada akşamı karşılamak…

Küçük evimize alışmaya çalışıyoruz. On günlük kiracılık bu. Akşamları bahçemizden domates topluyoruz, salata onunla yapılıyor. Hep heves bunlar. Şehirli birinin imrenmesi işte… Meyve almak için sahilde sağa sola bakındık Orhan Gökdemir’le. Küçük kamyonetin başında, orta yaşı biraz geçmiş, güler yüzlü tombulca bir kadındı satıcı. Ben bilmiş biçimde sordum:

“Yerli mahsul mü bunlar?” diye. Kadın kahkahayı bastı: “Ben bile buraya dışarıdan gelin geldim. Neyin yerlisi!” dedi.

2

Dönemeçleri keskin, bilmeyenler için tehlikeli bir yolda araç sürmek güç. Özellikle bir yere yetişme telaşı içinde olanların hali hemen anlaşılıyor. Yol boyunca renkten renge giren deniz eşlik ediyor bize. Dağların örselenmiş halleri hüzünlendiriyor beni. Daha yeni yangın çıkmış. İyice kelleşmiş tepeler. Datça’nın içi yazık ki çocukluğumdaki halini yitirmiş, üst üste yığılmış betonlar arasında çürüyoruz aslında. Âlemde bizim kadar betona tapan, plansız yerleşen başka bir millet var mıdır? Önüne gelen arsa almış, üstüne biçimsiz evler çıkıvermiş…

Köylülerle konuşuyorum bazen, anlatıyor biri: “Şurası dedeminmiş imar çıkmamış, sattıydık, şimdi açıldı imara, haksızlık değil mi bu” diye soruyor. İlk işittiğimde hak verir gibi oluyorum. Sonra, yahu bu ‘miras’ dediğin nedir diye fark ediyorum. Çağlar boyu atadan, dededen, insanlığın ortak hakkını nasıl gasp ediyor insanlar. Hangi hakla. Dahası ‘mülk’ nedir? Çiti çevir, otur üstüne, sonra da söylenmeye başla. Bundan belki yüz yıl önce, üstelik hangi koşulda edinildiği belli olmayan bir toprak, şimdi milyon dolarlara satılsın. Hangi emeği harcadın birader!

İnsanlığın bölüşüm meselesi en tepe noktasında, mal edinme tutkusu yaşamdan alıkoyuyor insanı. Hakikat açgözlülüğün sınır tanımayışı… Kimileri için yaşamak dediğin bu sahip olma tutkusu demek. Bir tür kumar… Birinin yoksul olmasını anlamak mümkün değil… Yoksulluk suçtur… Herkesin işlediği ortak suç…

3

Akşam Orhan’la iki tek attıktan sonra koyulaşıyor sohbet. Her yıl Halikarnas Balıkçısı’nı anıyoruz. İçinde bulunduğumuz coğrafyanın en güzel hikâyelerini ondan okuduk. Bilge birinin dili bu… Azra Erhat’tan açıldı konu. Balıkçı’yla mektuplaşmaları kitap olarak yayımlandı. Bir de anılarını yayımladı Erhat. Bir de “Mavi Yolculuk” var, en az o geziler kadar lezzetli bir kitap. Sabahattin Eyüboğlu, Melih Cevdet masamıza konuk oldu. Üniversitelerden söz ettik. Bir zaman memlekette aydınlanmacılar var. Yeni cumhuriyet için bir tarih yazılıyor, bir tür kurgu. “Anadoluculuk” bana uygun tarif… Kimsecikler farkında değil ya bunların bugün, neyse…

İki aile komşuculuk oynar gibiyiz. Sınırlı olanaklarla yaşamayı öğrendik. Ben çay düşkünüyüm. Demlik küçük. Sabahları iki mutfak birlikte çalışıyor. Uzaktan da olsa denizi görüyoruz. Songül ve Handan İstanbul’dan taşımış erzakı. İnsan sevdikleriyle bir arada olunca hiçbir şey yük olmuyor. Sabah ve akşam olmak üzere, tenha saatlerde denize gitmeyi ilke edindik. Karanfilli ekmeğim mis gibi kokusu burnumuzda. Keçi sütünden yapılmış ballı kavun dondurmasını ilk kez tattım. Badem eksik olmuyor sofrada. Bir de tarladan mısır geliyor bazen… En büyük sıkıntı balık…

Burada balık diye yediklerine Karadeniz’de, Marmara’da asla yüz verilmez. Bir de yetiştirme çipura, levrek sorunu var. Satıcılar yemin ediyor “vallahi deniz balığı” diye. E doğru, deniz yetiştirmesi bunlar… Bir de tanış oldukça “Abi sen yabancı değilsin” lakırdısı var. Ne demek bu? Yani yabancıyı kazıklamak, yalan söylemek meşru! Ah benim memleketim…

4

Leonardo bahsini kapamalıyım. Yaşam öyküsü pek de bize aktarıldığı gibi değil. Doğrusu eğer kusurlar yoksa bir ömür sürülmemiş demektir. Nihayetinde insandan söz ediyoruz. Bunlar büyük insanlar elbet. Merakları bir koku alma duyusu gibi keskin biçimde yön veriyor Leonardo’ya. Gizemli, tam açığa çıkmamış, yeterince belgelenmemiş bir yaşam. Kesin olan yeni bir çağ aralanırken, biz de Leonardo’nun ruhunun dehlizlerinde dolaşma arzusu duyuyoruz. Resim sanatı için şöyle yazıyor; “Görünenlerin çocuğudur, resim… (Ya da bilim) Doğanın torunu ve Tanrı’nın yakınıdır.” Evlilik dışı bir çocuk olmasının diline, algısına yansıdığını düşünüyor Serge Bramly… Leonardo derin bir yalnızlıkla başa çıkmaya çabalıyor hep…

Yobazlar, dinciler her dönem toplumların ruhumu emen bir vampir halinde çıkıyor ortaya. Bilime, sanata, tüm güzelliğe düşman din adamları. “Konuşmaktan başka bir şey yapmayan, büyük paralar karşılığında cenneti vaat eden” kimseler diyor papazlar için Leonardo. Ekliyor: “Çoğu uydurma mucizeler satan, akılsız insanları kandırıp duran üçkâğıtçı kişilerdir ve bu kişiler, eğer kurnaz oyunlarını açığa vuran biri çıkmazsa, herkesi etkileri altına alacaklardır.” İtalya gezisinde gördüğüm Vatikan tam da bunu belgeliyordu. Abartılı, gösterişli ibadet yerleri, tiksinti uyandıran bir iktidarı simgeliyor. Tanrı ticareti bu…

5

Yobazların, din tacirlerinin ağızlarından salyalar akıtarak konuşmalarına her yanda rastlıyoruz. Günlük yaşamın tamamını düzenlemeye çalışan bu sapkınlar yeni değil elbet. Üstelik her dönemde, her ırkta, her dinde varlar. Michelangelo “Roma’da İsa’nın derisine kadar her şeyini satıyorlar” diyor. Dante “İsa’nın her gün bitpazarlarında satıldığı Roma’da” diyor bir yerde. Arkadan gelen biz, bu günlerde benzer duyguyu yoğun biçimde yaşıyoruz. Toplumun derin bir kutuplaşmayla ayrışmasının nedeni budur. Ortadoğu halkları cehaletin hüküm sürdüğü bir bataklıkta boğuluyor. Suudi alçaklar milyon dolarlık teknelerde, her türlü dünyevi zevki azgın biçimde yaşarken, kendi halklarına gericiliğin en kötüsünü dayatıyor…

6

Ege’nin güzelliği kadının yaşam içinde aldığı konumda saklı! Kadın özgürse eğer, yaşam güzelleşiyor. Bir de sanat yeşerip, kök salmaya başlarsa o toplum güçleniyor. Sosyal medyada bir video gördüm. Kazancakis’in başyapıtı “Zorba” yıllar önce filme çekilmişti. Aleksi Zorba’yı kendime dost sayarım ben. Zordur güçlü bir romandan film yapmak. Anthony Quinn oynamıştı. Filmin müziği ayrı bir başyapıt…

Dev müzisyen Theodorakis ve Quinn filmin çekimlerinde 31 yıl sonra bir konserde yan yana gelip, sirtaki yapıyor. Tüylerim diken diken oldu izlerken. Geçende Yunanistan’da dev bir koro oluşturulmuş, Theodorakis eserleri çalınmıştı. Usta besteci gözyaşlarını tutamamıştı. Onu da izlerken çok duygulandım. Bir ömür böyle sonlanmalı, perde kapanırken içten alkışlar işitilmeli…

Aphorodite’nin yaşadığı coğrafyadan bunları düşünüyorum.

7

Adalet Yürüyüşü’ne katıldım geçen hafta. Bugün sonlanacak yürüyüş ve bir miting yapılacak. Ne bekliyorum? Kapitalizmin hepimizi esir aldığı bugünlerde, bunca yıkıntı içinden çıkıp, soluklu bir yolculuğu tamamlamak önemli. Kuşkusuz adalet isteği tek başına bir anlam ifade etmez. İşçi sınıfının hakları, laiklik, aydınlanmacılık önemli… Artık bu ülke bunca zalimliği, gericiliği taşıyamıyor. Sırtını sosyalizme dayamayan idareci bir tavırla sonuçlanırsa yürüyüş, büyük umut kırıklığı yaşanır.

Birtakım ünlü isimlerin yürüyüşe katılır gibi yapıp, Kılıçdaroğlu ile fotoğraf verme yarışından hiç hoşlanmadım. Adam binlerce adım atarken, halk kan ter içinde yürürken, şöhret bozuntuları araçla geliyor, fotoğraf çektirip, gidiyor. Bu samimiyetsizlik öldürecek bizi! Eğer hasta değilsen, yürüyeceksin arkadaş… Cefasını çekeceksin, sancıyı duyacaksın ki hakiki olasın…

Halk katıldıkça yürüyüş güzelleşti. Ben de halkla birlikte yürümenin tadına vardım. Sokak ve emek yaşamı anlamlı kılıyor…