Belki biz görmeyiz ama daha iyi bir dünya olacağına inanıyorum…

“Halkın sağduyusu işe yarayacak!”

halkin-sagduyusu-ise-yarayacak-66777-1.> ÖZLEM ÖZDEMİR info@ozlemozdemir.net @ozlemozdemir

Fotograflar : Gülay Ayyıldız Yiğitcan www.klikstudyo.com

Hangi yaşta olursak olalım, hepimizin gençliğinin vazgeçilmez müzisyenlerinden biridir Nejat Yavaşoğulları. Peki, o şarkılar neden hiç eskimiyor? O şarkıların yaratıcısının geçmişi nasıl, neler yapıyor, şarkılarında umut, özgürlük arayışı hiç bitmeyen biri olarak günümüzde yaşananları nasıl değerlendiriyor? Nejat Yavaşoğulları ile geçmişten bugüne sohbet ettik.

>>Son konuştuğumuzda Şeyh Bedrettin Destanı projesi üzerinde çalışıyordunuz. Ne aşamada şimdi?
Düşündüğümüz zamanlamayı tam olarak gerçekleştiremedik. Bunda hem Bulutsuzluk Özlemi konserlerinin hem de benim mimarlıkla uğraşmamın etkisi oldu. Aslında besteler bitmiş vaziyette, 25’e yakın şarkıdan oluşuyor. Klasik müzik orkestrasına göre düzenlemeleri yapılıyor. İkisini kaydettik sayılır. Eylül’de kayıtlara başlayacağız, en erken Kasım’da çıkabilir görünüyor. Değişik bir çalışma olacak. Orkestra düzenlemeleri için Murat Cem Orhon’la çalışıyoruz. Akustik gitarla söylenen şarkılar olduğu kadar büyük koroyla söylenen parçalar da var, aynı zamanda rock müzik lezzeti de olacak. Beni heyecanlandırıyor. Bunu yapamazsam kalacak düşüncesiyle başka bir şey yapmıyoruz bu aralar. Arada “Her Şeyin Farkındayım” isimli bir single çıkarttık, Gezi’ye farklı bir yaklaşım içeriyor o şarkı.

>>Bulutsuzluk Özlemi 1986’da kuruldu. Ama aslında ilk adı “Mor” imiş, isim değişikliğinin hikâyesi nedir?
Benim bestelerim olduğunu yakın çevrem biliyordu. 80’lerin ikinci yarısında BİLSAK’ta konserlerde düzenleniyordu. Zeynep Avcı adlı gazeteci bir arkadaşımız, “Nejat sen de orada konser versene” dedi. Ben de tek başına konsere çıkmayayım diye Sina’yı (Koloğlu) buldum. Daha önce Dostlar Tiyatrosu’nda tanışmıştık, arkadaşımın yeğeniyle arkadaştı, BİLSAK’taki konserde bir araya geldik. Biraz daha zenginleşsin olay dedim, bir davulcu, bir basçı da bize katıldı ve bir grup oluştu istemeden. O konserin de bir ismi olsun dedik ve benim şarkılarımdan birinin adı olan “Bulutsuzluk Özlemi” adını verdik. O da Mümtaz Sosyal’ın Deniz Gezmiş ve arkadaşları için yazdığı bir makalenin adıdır. O sırada Taksim Sanat Evi’nin sahibi Ahmet Sezerel, haftanın iki günü bende çalışın dedi. Orada giderek kendi şarkılarımızdan oluşan repertuar ilgi çekmeye başladı. Bir grup kurulacağı anlaşıldı, adı ne olsun düşünüyorduk. Ferhan Şensoy ile de o sırada “Şahları da Vururlar”, “Anna’nın 7 Günahı” gibi oyunlarda beraberiz, akademiden tanıyorum onu, o da mimarlıkta okuyordu. Ona “Feveran Kumpanya” ismini düşünüyorum dedim, o da kumpanya dersen tiyatro anlaşılır, “Feveran” koy adını dedi. O sırada Sina da gazetecilere Grup Bulutsuzluk Özlemi demiş, o dönem grup eklenirdi isimlerin başına. Ben Sina’ya bozuldum hatta söylemesi zor, yanlış anlaşılıyor diye. Üç harften oluşan kolay bir isim olsun istedim ve “Mor” olsun dedim. Tamam dediler. Bir afiş hazırladık, İTÜ’de de konser yapacağız, adımızı değiştireceğiz vs. Hatta Cumhuriyet gazetesi de “Bulutsuzluk Özlemi Morardı” diye haber yapmıştı. Seyircilerimiz konserde, isminiz ne güzeldi niye değiştirdiniz dediler ve böylece Bulutsuzluk Özlemi ismi kaldı.

>>30 yıla yaklaşan bu zamanda grubun ne gibi dönemleri oldu?
İlk albüm “Bulutsuzluk Özlemi”, ikincisi “Uçtu Uçtu” idi. Onlara bakınca 12 Eylül döneminin izlerini olduğunu sonradan gördüm. Başlangıç öyleydi. Ben müziğin içinde bir devrimcilik taşıması gerektiğini ama bunun didaktik bir yolla olmaması ve dünya standartlarından da geri kalmaması gerektiğini düşünüyordum. Bu, şarkıların bugünlere kadar taptaze kalmasında büyük bir etkendir.

>>Evet, şarkılarınız hâlâ güncelliğini koruyor.
“Beynim Zonkluyor” şarkısı 7-8 dakika sürüyor, son dört dakikası da soloyla geçiyor. Bir Pink Floyd şarkısı gibi, kim dinler bunu diyorlardı fakat dinledi insanlar. Biz soloların en güzeli olması, müziğin önüne sınır koyulmaması gerektiği düşüncesiyle titizlikle çalıştık, isteyen dinlesin istemeyen dinlemesin dedik. Ama yakın çevremiz bizi hep destekledi, ben aldanıyor muyuz diyordum doğrusu. Bu kadar yıl geçti aradan, sosyal medyaya baktığımız zaman gerçek müzik dinleyicisi hâlâ bizim şarkılarımızı paylaşıyor.

halkin-sagduyusu-ise-yarayacak-66836-1.GÜVEN VERMEYEN BİR ORTAMDAYIZ
>> “Acil Demokrasi” şarkısını yazdığımda ben Türkiye hep iyi olacak diye düşündüm, umut doluyduk ve o şarkı öyle çıktı demiştiniz. Bugün ne düşünüyorsunuz, hâlâ umut dolu musunuz?
Benim umudum her zaman var. Bir kazanın altında düşük seviyede ateş bile olsa, o kazanı zamanla kaynatacağını düşünüyorum. Bugün geniş kitleler yanılıyor ve aldanıyor olabilir. Ama halkın sağduyusunun işe yarayacağına inanıyorum. Bugünler geçer diye düşünüyorum...

>>Bunca yılda hem politik hem toplumsal dönüşümlere tanık olunuz. Ne gibi değişiklikler var, olumlu ya da olumsuz kıyaslamanız nasıl olur?
Ben dünya devriminin çok uzak bir zaman diliminde olmayacağı düşünülen bir dönemde ilk birikimlerimi oluşturdum. Birçok şeyden dolayı mutluyduk; daha güzel bir dünya olacak, sınırlar kalkacak, bunlar ütopya ama çok daha kolay olabileceğini düşünüyordum, belki gençlik böyle bir şey... Şimdi bakarsak ben yine ırmakların denize kavuşacağını düşünüyorum ama bu toplumsal süreçler, benim zannettiğim kadar peş peşe olamayacak şeyler olabilirmiş. Dünyadaki hâkim kapitalist güçlerin de kullandığı bu internet, aynı zamanda insanlara yeni iletişim ve özgürlük alanı da açıyor. Hindistan’daki gençle Türkiye’deki genç benzer şeylere ilgi duyup birbirlerini etkileyebiliyor, bu da sınırları aşıyor... Ne ekonomik olarak ne insan hayatlarının böyle rezil geçmesi olarak, bu şekilde gideceğini düşünmüyorum. Belki biz görmeyiz ama daha iyi bir dünya olacağına inanıyorum. Eğer ki, dünya doğal felaketlerle kaynaklarını tüketirse onu bilemem. İnsan hakları, sömürünün ortadan kalkması, insanların etnik ve dini kimliklerinin önemsiz olduğu bir dünya ne kadar önemliyse, doğanın da korunması da o kadar önemli. Çünkü gidenin geri dönmesi çok zor, insan nüfusu artıyor dünyada ve doğanın dengesini bozacak bir sürü şey oluyor.

>>Hopa’da bunun acı bir örneğini yaşadık...
Maalesef... Belki yağmur yağdığında yukarıdan inen sular rahatça denize gidiyordu ama önüne yol, kenarına ev yapıyorlar ve o su gidemiyor, gidemeyince şehrin içine yayılıyor. Akıllı toplumların bence o konularda uzman olan kişilerin dediklerine dikkat etmesi lazım. Konunun uzmanları burada HES yapılırsa doğanın dengesi bozulur derken, birileri ise para kazanacak diye buraya yol yapılması lazım diyor, basın yoluyla da propagandasını yapıyor. Mesela Karadeniz’de Yeşil Yol projesi çıkartıyorlar, 2600 km. Düşünün; İstanbul’dan Antalya 700-800 km, onun 4 misli yolu sırf el değmemiş yaylardan geçirip, etrafına oteller, marketler yapacaklar. Ayrıca yaylaya çıkma diye de bir gelenek de var. Neden? Çünkü para kazanacaklar! Üçüncü köprü de İstanbul’un idam fermanı bence. Gerçek bir dindarın doğaya da saygı göstermesi lazım, yoksa eksik olur bana göre…

>>Müzikal anlamdaki değişimi nasıl özetlersiniz?
Biz başladığımız zaman bizden öncekilerin yaptığı benzer müzik vardı, Cem Karaca, Barış Manço, Moğollar… Sadece bizden önce, müziğin kentle ilişkisi doğal ve sağlam değildi. Bizim getirdiğimiz en büyük farklılık; sözlerdedir. Ben kendi yaşadıklarımdan esinlenerek söz yazmanın doğru olduğunu düşünmüştüm. Çağdaş bir şiir anlayışı gibi değerlenebilir bu. Bunlar müziği gerçek özüne oturttu. Sonuçta rock müzik kentleşmiş, endüstrileşmiş bir toplumun müziğiydi, biz de artık köylü toplumu değildik, kentte yaşayan, dünyadaki müzik olaylarını takip eden büyük bir çoğunluk vardı. Müzikte de ben sınır tanımamayı düşündüm, gitar soloları ondan oldu. Hiçbir komplekse girmeden, yapabildiğimizin en iyisini yapmaya çaba gösterdik, bu bizim getirdiğimiz yeni bir soluktu. Türkçe rock olur mu diye sordular önceleri hep; ben Türkçe düşünüyorum, yaşadığım yer burası, her müziğin kendi dili her dilin kendi müziği vardır, onu bulmak gerekir. Bana cesaret veren isimlerden biri ise Bülent Ortaçgil’di. “Benimle Oynar mısın?” albümü önemli bir albümdür, o da bizlere cesaret verdi. Bizden sonra ikinci bir dalga geldi, Mor ve Ötesi, Duman, Redd gibi... Dinleyicide de döneme göre değişiklikler oldu tabii. Bugünkü üniversite şenliklerde pop baya dinlenir oldu. Hiçbir müzik türünü eleştirmek istemem ama üniversite gençliğinin daha alternatif arayışlarda olmasını beklerim. Tabii ki öyle olanlar var ama genel, popüler olanın peşinden gider oldu. Bunda üniversiteler üzerinde uygulanan baskıların da etkisi oldu, bahsettiğimiz dönem zaten son 13 yıl, onda rektörlerin bilinçli olarak farklı görüşte insanlar olması rol oynamış olabilir ama ülkeyi yönetenlerin daha istediği bir durum oluştu.

>>Dostlar Tiyatrosu, Ferhan Şensoy gibi tiyatrocularla da çalıştınız. Hatta “Galileo Galilei” oyununda sahneye çıkmışlığınız var.
Onlar beni sahne, sahnenin kutsallığı, Türkçeyi kullanma, prozodi konularında geliştirdi.

>>Sanatçıların üzerindeki baskı anlamında ne gibi değişimler var Türkiye’de?
Şu andaki çok daha karanlık bir dönem! 80’lerde 90’larda insanlar kendilerini bu kadar sağdan soldan kuşatılmış hissetmezdi, hukuka güvenilirdi. Seninle bir sorunu varsa başka kanallardan önünü kesmezlerdi, işte attırmazlardı, ailene akrabalarına baskı yapılmazdı. İşte bir tiyatrocu arkadaşımız işten çıkarıldı. Niye? Bazı gazeteler hâlâ bizden maaş alıyor diye haber yapıyor, bir bahane uydurup işine son veriyorlar. Güven vermeyen bir ortamdayız. Eski, daha karanlık olduğunu söylediğimiz zamanlarda bile bu kadar değildi, bunu ben de söylüyorum benim gibi pek çok kişi de söylüyor. İleri demokrasi denmesine rağmen vergi denetim memurlarından tutalım da aklımıza gelmeyecek noktalara kadar, baskı yapabiliriz endişesi yaratılıyor insanlarda.

halkin-sagduyusu-ise-yarayacak-66837-1.>>İnsanların da endişelenmesi, korkması doğaldır. Peki, böyle bir ortamda sanatçıların nasıl davranması gerek?
Yaptığın şeyi yapmaya devam etmen lazım, bizim çizgimiz bu oldu. Bütün bunların olmaması gereken 2015 yılında, bu olanların devam edebilir bir şey olmaması bize motivasyon sağlıyor. Bunlar geçecek diye düşünüyorum, geçmeli de! Yunus Emre, Karacaoğlan, Hacı Bektaş-i Veli, Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedrettin ve Nazım Hikmetlerin yetiştiği bir ülkede o kadar umutsuz olmamak gerekiyor.

>>Barışa dair bir çağrı yapmak ister misiniz?
Tabii ki. Barış en önemli şey! İnsanların normal yaşantılarının kıymetini bilmeden, kutsal bir dava için ölmeye ve birbirlerini öldürmeye kalkmaları hiçbir insanın kabul etmemesi gereken bir şey, bu doğaya aykırı! Etnik, dini nedenler yüzünden insanların hayatının yok olması kötü bir şey. O yüzden tabii ki barış diyorum! Kutsal bir dava uğruna ölmenin ve öldürmenin yanlış olduğuna inanıyorum.

BEATLES DİNLEDİM VE HAYATIM DEĞİŞTİ
>>İlkokulda mandolin çalarak müziğe başlamışsınız. Sizin kuşağın yoldan çıkaranı mandolinmiş anlaşılan?
Herhalde çocuklar müzikle uğraşsın diye Cumhuriyet döneminin getirilerinden biri bu; piyano pahalı, mandolin taşınabiliyor, çok ses basılabiliyor vs. Ben de ilkokul üçüncü sınıfta mandolin dersi alanların kapısının önünde geçerken, sesini duydum, sihirli flüt gibi etkiledi ve peşinden götürdü beni.

halkin-sagduyusu-ise-yarayacak-66854-1.

>>İlk bestenizi mahallenizdeki balıkçı Halil Amca için yazmışsınız.
Lise yıllarında şarkı bestelemek ve dünyadaki diğer gençler gibi olmak istiyorum. Dünyada o sırada rock müziğin altın dönemi yaşanıyor, bir gençlik hareketi gibi görülüyordu. Bunlar etkiliyor tabii ve ben de kendi şarkılarımı yapmak istiyordum. Hangi konuda şarkı yapayım diye düşünürken, sonunda büyüdüğüm yerdeki balıkçıyı kullandım. Korsan Mırık’tı lâkabı; Halil Amcanın kimseyle dostluğu yoktu, hep onu kızdırırlardı. Ben de onun için şarkı yaptım, aslında o çok iyi bir adam demek için…

>>Dinledi mi şarkıyı Halil Amca?
O şarkı ilk albüm “Bulutsuzluk Özlemi”nde vardı. Biz albüm satmaz diye düşünürken, ilk baskı bitti. Master bandı aradık ama bulamadık, daha önceden yaptığımız bir kopya vardı, orada da “Bir Güzel Gördüm Giderken Yolda” diye bir başka şarkı vardı. Ondan sonra basılanlar maalesef Korsan Mırık’sız oldu.

>>Dayınızın da müzikle ilgisi var, siz ilk ondan etkilenmişsiniz doğru mu?
Anneannem ölünce bize taşındılar, fazla oda olmadığı için dayımla aynı odada kalıyordum. Müziğe meraklıydım aslında ama onun da müziğe meraklı olması, Türkçe tangolar söylemesi, Fehmi Ege Orkestrası’nda bir iki kere solistlik yapması, güzel resim yapması beni etkiledi tabii. Her gece radyoda Sezen Cumhur Önal dinlerdik. Ben orada Beatles dinledim ve hayatım değişti!

>>Haydarpaşa Lisesi’nde okurken gitar çalmaya başlamışsınız. İlk gitarınızı almanız ise komşu Suat Hanım sayesinde olmuş, nasıl oldu?
14-15 yaşındayım, gitar alacağım parayı da tatilde 15 gün balığa çıkarak kazandım ama istiyorum ki, ailem de onay versin. Bir gün komşuya gitmiştik. Ben yine gitar alacağım diye zırlıyorum, Suat Hanım da “Ne zırlıyor senin bu oğlan diyor?” Annem de, “Gitar istiyor ama ya okumazsa?” diye endişesini belirtiyor. Suat Hanım, görmüş geçirmiş İstanbullu bir kadın, “Aman gitsin alsın bir gitar kendine, ne zırlatıyorsun çocuğu?” deyince, annem de “Tamam” dedi. Annem karar verirdi zaten her şeye, babam karışmazdı.

halkin-sagduyusu-ise-yarayacak-66838-1.>>Müzisyen olmak o dönemde güvenilir meslek değil tabii.
Tabii. Bizim bir heykeltraş tanıdık vardı, vah vah diyorlardı onun için. O dönem Yeşilçam filmleri var, oğlan hep doktor, mühendis, öğretmen filan… Onlar da etkileniyor tabii, kendileri okuyamamış çocukları okusun istiyorlar.

>>1975 yılında "Caniko" adlı parçayla ilk kez yapılan Eurovision Türkiye finalinde yarışmıştınız. Nasıl katılmıştınız?
Almanya’ya kampa gitmiştim, bir Türk çocukla tanıştım. Bana, “Yapımcı Nino Varon’u tanıyorum, seni ona götüreyim” dedi. Nino Varon, Odeon Plak’ın sahibi, Nilüfer gibi isimleri meşhur etmiş. Şarkılarımı götürdüm, “Sen bizi tutuklatmak mı istiyorsun, bunlar ne biçim şarkılar?” dedi. Ama sonra “Bir yarışma var ona git sen, 15 sene sonra ancak bu şarkılar olur” dedi. Biz de beraber gitar çaldığım Reha isimli arkadaşımla Eurovision’a katıldık. 20 yaşında falanım, o dönem müzik dünyasından bir sürü isimle tanışmıştım.

>>Aileden bahsedelim mi? Balıkçılıkla ilgilendiklerini biliyorum.
Bizimkiler 1870’de Rus Savaşı’nda Karadeniz’den göç edip, Şile’ye, 1922’de de Anadolu Hisarı’na gelmişler, denizci oldukları için dere kenarına yerleşmişler. Dedem de babam da balıkçıdır, annem bile balığa çıkmış kadındır. Bir ablam var, o sanat işleriyle ilgili değil.

>>Mimarlık yapmayı bırakmadınız sanırım?
Baya mimarım, hatta ders bile veriyorum. Işık Üniversite’sine geçiyorum bu yıl. Zaman zaman sadece müzikle uğraşsaydım dediğim anlar oldu, benim ruhum sadece o zaman rahatlıyor. Ama mimarlıkta da beni tatmin eden bir şeyler olmasaydı devam edemezdim herhalde. Mimarlıkta müziğe benzer çok yön var; bir şey tasarlıyorsun, yaratmak için mücadele ediyorsun, bir uyum peşinde koşuyorsun... İyi bir mimar olarak mezun oldum. Daha son sınıfta hocalardan iş teklifleriyle karşılaştım. Onlar da bana; müziği bırak evladım, ne güzel mesleğin var diye baskı yapıyorlardı. Askerde düşündüm, müziksiz ben huysuz birine dönüşürüm, ikisini birden götüreyim dedim.

>>Doğan Kuban akrabanız, o da sizi teşvik etmiş.
Doğan Kuban, annemin amcasının kızıyla evli, o da balıkçının kızı. Ama babası Robert Kolej’e göndermiş kızını. Doğan Kuban onlara komşu geliyor, bakıyor yandaki kız da koleje gidiyor, öyle muhabbete başlıyorlar ve devam ediyor.

>>Sizin çocuğunuz var mı?
Bir kızım var. Radyo Televizyon bölümünden mezun, senaryo yazmaya çalışıyor.

>>Fikret Kızılok'un, “Nejat şarkı söylemez; Nejat bağırır ama iyi bağırır” dediği doğru mu?
Bodrum Mavi Bar bizim hayatımızda önemli bir noktaydı. Biz BİLSAK’ta ilk konseri verdiğimizde, Bodrum’dan davulcu arkadaşın peşine takılıp gelen Coşkun diye bir arkadaş basçımızdı. Çaktırmadan bizim provaları kaydetmiş ve Bodrum Mavi Bar’ın sahibi Haluk Şen’e iletmiş. Haluk da beni telefonla aradı ve bayram tatilinde gelin, burada çalışın dedi. Ben de meşhur mu olmak istiyoruz ki gibi düşünüyorum, bir yandan da çocukken mandolinle aynanın karşısında assolist gibi pozlarım var. (Gülüyor) Ben Haluk’a, “Ne gerek var?” deyince, o da bana, “Bu şarkılara başkalarının da ihtiyacı var” dedi. Öyle deyince kendime bahane bulmuş oldum. Mavi’de bizden önce Bülent Ortaçgil, Grup Gündoğarken çalmış. Biz gittik davulu koyduk ufacık yere, çalmaya başladık, herkes gitmiş Haluk’a “Nereden buldun bu grubu, herif bağırarak şarkı söylüyor” demiş. Haluk bana ertesi gün, “Nejat ne yapacağız?” dedi, ben de, “Bu kadar yol teptik geldik, bu akşam da çalalım, olursa olur olmuyorsa biter gider” dedim. Biz o akşam da çalarken bir masa kaynaştı bizimle, o kaynaşınca yan masa da kaynaştı, derken kalabalık arttı. Dedik ki, yarın akşam da çalalım o zaman. Üçüncü ve dördüncü akşam daha da kalabalık oldu. Yolda dönerken galiba bu iş oluyor dedim artık. Mavi’ye birkaç kez gittik, Fikret Kızılok da bizi dışarıdan dinlemiş, o sırada söylemiş olabilir o lafı. Dostluğumuz vardı Kızılok’la, bir araya geldiğimizde, hep beraber bir şeyler yapsak ne güzel şeyler olur diyorduk.

>>Size hep sormak istediğim bir soru var. Doğma büyüme İstanbullusunuz, konuşmanızdaki cek-cak takısı nereden geliyor?
Arkadaşlarla kendi aramızda eski İstanbul Türkçesiyle konuşuruz aslında arada. Benim teyzemin oğlu konuşurdu gelcez mi gitçez mi diye, hoşuma giderdi, belki oradan kalmıştır.