Halkız biz ve ayaktayız

23 Haziran sonuçları, birçok bakımdan geçilen dönemlere göre yeni özellikler taşıyan bir sürece işaret ediyor. Her şeyden önce iktidar blokunun artık halk çoğunluğunun desteğini kaybettiği apaçık ortaya çıkmış durumda. Aslında bir seçim hilesiyle bir yıl öne çekilerek OHAL altında yapılan Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimleri, planlandığı gibi bu haziran ayında yapılmış olsaydı, zaten AKP-MHP iktidarı fiilen de sona ermiş olacaktı. Ancak onların bu sayede iktidarlarını sürdürme ve (emekçi halkın alın terinden başka bir şey olmayan) devlet imkânlarını çarçur etme hakkına sahip olmaları, toplumsal meşruiyetlerini kaybettikleri gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

Bu yüzden önümüzde, bu şekilde çöküş sürecine girmiş sürüncemeli bir iktidar ile kuruluşunun ilk yılı dolmadan çürümeye başlayan bu siyasal İslamcı rejimden çıkış için dönüştürücü ve kurucu bir programa sahip olmayan muhalefet bloku arasındaki nispi bir denge durumunun olduğu bir süreç görünüyor.

Bu koşullarda, bugüne kadar sürdürülen (siyasal İslamcı hareketi ve iktidar blokunu geriletmeyi öne alan) politikaların, mevcut düzenin ve rejimin bütün yönleriyle devrimci eleştirisini kapsayacak şekilde geliştirilmesi büyük önem taşımaktadır.

Devletin ve toplumun bütün hücrelerine kadar sokulan siyasal İslamcı, gerici ve yağmacı zihniyet, devrimci bir anlayışla tasfiye edilmeden, Türkiye’nin bugün içine sürüklendiği ağır sorunlardan kurtulabilmesi mümkün değildir. Türkiye’de faşist devlet yapısı 12 Eylül’ün açtığı kapıdan geçerek siyasal İslamcı bir devlet doğrultusunda şekillendi. Bu süreç, emperyalizmin neoliberal programına dayanan karşı devrimci bir alt üst oluş süreci olarak yaşandı. AKP bu süreci, kendi iktidarı için bir araç olarak da değerlendirerek en uç noktalara kadar taşıdı. Bugün gelinen noktada ekonomi tamamen dışa bağımlı hale getirildi. Emekçiler lehine olan kısmi güvenceler ve demokratik haklar büyük ölçüde ortadan kaldırıldı. Tarikatlar-cemaatler ağıyla tüm toplum baskı altına alınmaya çalışıldı.

İktidar bloku şimdi içine sürüklendiği çöküş sürecinden kurtulmaya çalışıyor. Muhalefet blokunun bu yönde, sistemin revize edilmesine dönük bir eğilim göstermesinin (bundan önceki dokunulmazlık ve seçimlerin öne alınması gibi pek çok konulardaki örneklerinde görüldüğü gibi) iktidarı rahatlatmaktan ve 23 Haziran’da kazanılan her şeyi çöpe atmaktan başka bir işe yaramayacağı iyi bilinmelidir.

Geçtiğimiz dönem boyunca yürütülen ve esas olarak faşist iktidar blokunu geriletmeyi temel alan anlayış kuşkusuz doğruydu. Ülkenin üzerine bir karabasan gibi çöken karanlık gidişatı duraklatan 23 Haziran sonuçları, başta emekçi sınıflar olmak üzere bütün muhalefet güçleri için taze bir nefes kadar önemli bir kazanç olduysa, böyle bir mücadele anlayışının da sonucunda gerçekleşti. Bunda kuşkusuz bütün baskı ve provokatif saldırılara karşın sorumlu bir tutum içinde birlikte hareket eden bütün muhalefet blokunun da payı vardır. Ancak teşekkür konuşmalarında esameleri hiç okunmayanlar da unutulmasın; Tekel direnişinden Gezi’ye, referandumlardan seçim meydanlarına, her türlü baskı ve saldırıya karşı kararlı bir şekilde mücadele eden kadınlar ve gençler, bir tweet yüzünden hapse giren, işinden, okulundan olanlar, hepi topu “Ne var Recep” diyebilen bir aday için meydanları dolduran milyonlar…

***

AYAKLARININ ALTINDAKİ TOPRAK KAYARKEN

Tek adam rejiminin kendi egemenliğini kurmak için tümüyle içi boşaltılmış, iktidarın maşası haline dönüşen yargıyı kullandığı ve bu yolla bir korku düzeni yarattığı çok açıktır. Cumhurbaşkanına hakaret gerekçesiyle yüzlerce insana hapis cezaları vererek yaratılan baskı ortamına bir de siyasal olarak muhalefete öncülük eden isimlere yönelik “hukuksal” tehditler ekleniyor. Selahattin Demirtaş ve HDP’li siyasetçilerin cezaevine atılması, Canan Kaftancıoğlu’na komik gerekçelerle dava açılması, Osman Kavala ve Gezi Davası, Meral Akşener’le ve Ali Babacan’la ilgili FETÖ soruşturmaları vb. hukukun ne denli siyasallaştırıldığının açık örnekleri.

Sürekli güç yitiren iktidar bloku kendini ancak “baskı” yoluyla var edebileceğinin farkında. Ama her baskı, karşıtını yani direnişi ve korku duvarının yıkılmasını da beraberinde getiriyor. Örneğin Gezi Davası iktidarın Gezi’yi suçlamaya dayanan ve bu yolla kamplaşmanın derinleşmesine hizmet eden söylemlerinin boşa düştüğü bir kürsü haline geldi. Milyonlarca insanın özgürlük arayışı ne haksızca sanık sandalyesine oturtulan birkaç kişinin ne de “dış mihrakların” işi olabilir. Bu, saçma bir yargılama sürecinde üstü örtülemez bir gerçeklik olarak ortaya çıktı. Gezi mahkeme salonlarına sığmayacak kadar büyük bir halk direnişidir.

Benzer bir şekilde iktidar blokunun İstanbul seçimlerinde yaşadığı hezimetin üstü Canan Kaftancıoğlu’ndan yargı yoluyla intikam alarak örtülemez. Elbette siyasal İslamcılığın dayatmaları karşısında direnen bu direnişe önderlik eden insanların emekleri çok değerlidir. Ancak bu direnişin bireysel değil, birleşik bir mücadelenin ürünü olduğu asla unutulmamalıdır. Siyasal İslamcı rejimin de asıl korkusu budur. Ayaklarının altındaki toprak hızla kaymaktadır. 31 Mart ve devamında tekrarlanan 23 Haziran İstanbul seçimi geniş halk kitlelerinin siyasal İslamcı rejimi artık reddettiklerinin ipuçlarını ortaya çıkartmıştır. Şimdi önümüzde siyasal İslamcı rejimin gücünü bütünüyle kırmak ve yarattığı tahribatı toplumun tüm dokularından kazıma görevi durmaktadır.