Geçen günler içinde Antep’te uzun beyaz sakallı bir adam ve yanındakiler, Antep’i gezmeye gelen bir grup Japon turiste sözlü saldırıda bulundular. Oturdukları yerden kaldırdıkları turistleri “imansız”, “gâvur” gibi sözlerle kovaladılar. Muhtemelen bu kişiler, İslam dünyasının içine düştüğü duruma, İslam felsefesinin yaşadığı büyük epistemolojik krize, İslam içi çatışmaların bu denli şiddetlenmesine, İslam’ın giderek daha fazla şiddetle anılıyor olmasına, yükselen Selefi tekfirciliğe ve hemen hemen bütün İslam devletlerinin başında bulunan kan emici yöneticilerin emperyalist imparatorluklarla olan o derin ve güçlü ilişkilerinin yarattığı sorunlara çözüm olarak o gariban Japon turistleri kovaladılar. O adam kendisini –günahı, sevabı boynuna- belki de iyi bir Müslüman olarak görüyordu. Japon turistlere yapılan bu saldırı orada bulunan başörtülü bir kadın tarafından engellenmek istendi. Muhtemelen bu kadın da kendi inancı, örf ve adetleri ve o yaşına kadar edindiği insanlık vasıflarıyla bu durumu hiçbir inanca, ideolojiye ve insanlığa sığdıramadı. O da –günahı, sevabı boynuna- kendini belki de en az turistlere saldıran o adam kadar iyi bir Müslüman olarak görüyordu. Saldıranlar Müslüman çoğunluğun olduğu bir toplumun üyesi, saldırılanlar Şintoist bir çoğunluğun olduğu bir toplumun üyesiydiler ve saldırganlara karşı çıkan kadın da yine çoğunluğu Müslüman olan bir toplumun üyesiydi.

Yine geçen hafta İtalya’da bir evden yüksek sesle ve haykırarak ağlama sesleri geldiğini duyan mahalleli tarafından polis çağrıldı. Polisler içeriye girdiklerinde bir trajediyle karşılaştılar. Yaşları 90 civarı olan bir çift, yaşadıkları derin yalnızlıktan dolayı, girdikleri bunalım sonucu saatlerdir hıçkırarak ağlıyorlardı. Bu “gâvur” polisler çiftle beraber kaldılar, onlara akşam yemeği hazırladılar ve birlikte saatlerce sohbet ettiler. Ve geçen sene, Suriyeli mülteciler Macaristan’da sınırı geçmeye çalışırken “gazeteci” bir kadın koşarak kaçan bir mülteciye çelme takmış ve onun yüzü koyun kapaklanmasına neden olmuştu. Çelme taktığı kişi öğretmenlik yaparken savaş nedeniyle ülkesinden kaçmak zorunda kalan Suriyeli bir öğretmendi. Yaşlı bir çiftin yalnızlığını alabilmek adına bütün gününü onlarla geçiren polisler de, kendilerine sığınmaya çalışan mülteci öğretmene çelme takan o kadın da Hıristiyanların çoğunlukta olduğu bir toplumun üyesi, çelme takılan mülteci ise Müslüman çoğunluğun olduğu bir toplumun üyesiydi.

Dünyanın bir cehennem olduğunu söylemeye ve ispatlamaya daha fazla gerek var mıdır? Ya bu cehennemin zebanilerinin her türden inançtan, milliyetten, halktan ve dinden olduğunu söylemeye? Peki masumların ölümüne neden olanların birbirlerinden zerrece farklarının olmadığını, ideolojisi, duruşu ne olursa olsun masumların ve çocukların ölümüne neden olanların bu dünyanın zebanileri olduğunu belirtmeye? “Müslümanım”, “İslam’ın temsilcisiyim” diyen insanların eliyle türlü türlü katliamlar yapıldı. İnsan hakları ve demokrasi kavramlarını kullanarak dünyayı sömürenlerin eliyle de milyonlarca Müslüman’ın kanı akıtıldı. Kan akıtanlar aynı zebaniler, aynı canavarlardı. Bosna’da 40 bin Müslüman katledilirken işi ağırdan alanlarla, sırf gayrimüslim diye ülkesine gelen misafirlere Antep’te saldıranlar aynı zebanilerdir. Hepsinin eli kanlı, hepsinin ruhu kararmıştır.

“Hayatımda hiçbir zaman bir halkı ya da kolektifi bütün olarak sevmedim, ne Almanları, ne Fransızları, ne işçi sınıfını. Sadece arkadaşlarımı seviyorum ve sevginin diğer biçimlerine de kabiliyetim yok” demişti Arendt. Dünyayı cehenneme çeviren bütün dinlerden ve milliyetlerden zebanilere inat yaşamak ve mücadele etmekse “görevdir yangın yerinde.” El avuç açmadan, kendisine türlü kimlik, din ve milliyeti maske yapmış bu zebaniler geldikleri cehenneme gidene kadar mücadele etmek görevdir. Dünyaya eşitlik, adalet, özgürlük gelene kadar ayakta kalmak görevdir. Behramoğlu’nun söylediği gibi “Zalimin elinde tutsak/Cahile kurban olarak/ Korkağı, döneği, suskunu/ Görüp de öfkeyle dolarak/.../ Yaşamak görevdir bu yangın yerinde/ Yaşamak insan kalarak.”