Hangi fikir, çizgi ve ideolojik yönelimde olursanız olun, siyasi mücadelede başarının birinci koşulu, o fikirlerinizi ve programınızı geniş kitlelere anlatmak, kavratmak, benimsetmek ve o kitleleri fiilen harekete geçirebilmektir.

Siyasi partilerin ve başka tür demokratik kitle örgütlenmelerinin, bunu becerebildikleri anda başaramayacakları hiçbir şey yoktur.

Ancak bazı siyasi oluşumlar bu ilkeyi ve bu gerekliliği adeta, "opsiyonel" gibi görerek, kendi içlerindeki toplantılar, basın açıklamaları, sadece önemli vesile ya da yıldönümlerinde gerçekleştirilen sınırlı katılımlı toplantılar, davetiyeli salon buluşmaları düzeyinde bir siyasi faaliyeti "mücadele" diye kabul ederek, "kitle"nin gücünü ikinci plana atma hatasına düştükleri için başarısızlığa mahkûm oluyorlar.

Kitle, bir davaya sahip çıkmadan, doğru ve ilkeli bir önderlik ile sahaya inmeden, davanız ne kadar haklı olursa olsun, kabul ettiremezsiniz.

Türkiye’nin en eski ve en köklü siyasi kurumlarından, Cumhuriyet’in kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin de dönem dönem unuttuğu bir kuralı hatırlatarak başlamış oldum yazıya. Aslında, bugün gelinen noktada ne mutlu ki, bu şiarı ve bu şaşmaz kuralı hatırlamak durumunda kaldıklarına dikkat çekmek istiyorum.

Kitlelerin kendi sorunlarını ve itirazlarını, protestolarını cesaretle sokağa çıkarak dile getirmesi ve haykırmasına ön ayak olmak, demokrasiye inanmış bir siyasi hareketin vazgeçilmez zorunluluğu değil mi?

Oysaki CHP, bunu geçen dönemlerde en kritik kavşaklarda unutmuş görünerek, kitleden ayrı ve bağımsız biçimde "Parti yönetiminin yüksek sesle bağırıp çağırdığı çıkışlarla" ikame etmeye çalışarak tepki topluyordu.

Üstelik, aynı CHP’nin lideri Kemal Kılıçdaroğlu, bizzat o tarihi "Adalet Yürüyüşü"nde bunun ne kadar gerekli, faydalı ve etkili olduğunu kendini birinci elden görüp uygulamış iken. Hatırlayın, o günlerde, Ankara - İstanbul arasında bir çığ gibi büyüyen ve demokrasiye inanmış tüm siyasi oluşumları ve bağımsız hareketleri de bir sel gibi içine katarak milyonlara ulaşan kitleler, iktidarın (istese ve tehdit etse dahi) önüne geçmekten korktuğu ve tir tir titrediği bir mesaj olarak yeri göğü sarsmıştı.

Ama aynı CHP, hileli referandumda göz göre göre, bağıra bağıra rejim değiştirilirken, milyonlarca insanı "sandıkta yapılan açık hileye karşı" bir tek çağrı ile YSK’nin kapısına yığarak belki de ülkenin kaderine etki edebilecek iken, bunu yapmaktan kaçındı.

Kendisine bir kez kapalı bir toplantıda bir kez de canlı yayında bunu şahsen soru olarak sorduğumda, CHP’nin Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu, "Kitleye bir zarar gelmemesi için, olası silahlı bir saldırıdan ve çatışmadan çekindiğimiz için bu yola başvurmadık" diye yanıt vermişti. Oysaki, şahsen tanımasam bile, gazeteci olarak gözlemlerim üzerinden derin siyasi birikimine ve sağduyusuna da analiz yeteneğine de güvendiğim Sayın Kılıçdaroğlu, kendisi de gayet iyi bilir ki, "Kitleyi meydana yığabilecek ve onlara önderlik ederek gerektiğinde bedel ödeyecek cesareti gösteremezseniz" bir sonuca gidilemiyor.

İşte tam da bu yüzden, Sayın Kılçdaroğlu’nun salı günü TBMM’deki grup kürsüsünden sarf ettiği o "Cehennemin kapıları açılır... Bay Kemal’in sabrının da sonsuz olmadığını görürsünüz" şeklindeki uyarısını çok önemli bir "siyasi dönemeç" ve bir tarihi "eşik" olarak değerlendiriyorum.

Kılıçdaroğlu’nun sözlerini ve ertesi gün "Gökkubbeyi başınıza yıkarız" diye haykıran İmamoğlu’nun çıkışını, "14 Aralık yargı darbesinin" hemen ardından Saraçhane’de on binlerin buluşmasını ve "Adalet" diye feryadını, çok önemli buluyorum.

Anayasa ve yasaların tanıdığı hakları ve özgürlüğü kullanarak meydanlar doldurulabildiğinde, önünde hiçbir iktidarın, hiçbir gücün duramayacağını tarih bize göstermiştir. Üstelik de ne Anayasa’yı ne de yasaları tanıyan, her türlü hukuksuzlukla on milyonlarca insanı ezen, sömüren, açlığa ve zulme mahkûm eden bir iktidarın, kitleler karşısında zaten nasıl zayıf durumda olduğu biliniyor.

İşte, CHP ve bu "kitlesel gücün" gayet iyi farkında olan tüm siyasi oluşumların, seçim döneminde iktidardan gelmesi kaçınılmaz olan tüm baskılara karşı, kitlesel aktif muhalefeti mobilize etmek için tüm güçlerini birleştirmesi, tam da bu dönemde hayati önem taşıyor.

Faşist güçler, "halkı galeyana getirmek halkı sokağa dökmek, çatışma ortamı yaratmak" yalanları ile ve şiddet kullanarak bunun önünü kesmeye çalışabilirler.

Ama anayasa ve yasalardan kaynaklı hakların kullanımı, tüm bu faşizan karşı duruşun üstesinden gelecektir.

Öyleyse seçime giden yolda, başta CHP, HDP, TİP, SOL Parti, EMEP ve diğer tüm demokrasiden yana kitleleri barındıran siyasi hareketler, "Cennetin kapılarını" aralamak için meydanlara dolmalı, iktidarı on milyonlarca yurttaşa 20 yıldır "Cehennemi yaşattığına" pişman etmelidir.

Sandıkta atılacak her bir oy, sahada atılacak sloganlarla desteklenirse demokrasinin zaferi kaçınılmazdır. Daha önce yaptık (bkz. 2019 yerel seçim zaferleri) yine yaparız.