Türkiye’de kuşaklar hamaset edebiyatıyla büyüdü.

Pembe İncili Kaftan’la, Diyet’le, Vatan yahut Silistre’yle, Kesikbaş hikâyesiyle…

Dedelerimizin ne müthiş adamlar olduklarını bunlardan öğrendik.

*

Patlayıcı sandığının başında bekleyen Abdullah Çavuş ne diyordu?

“İktiza ederse üstüne oturur öyle ateşlerim…”

Yalnızca hikâyeler değil, gerçek de bir o kadar sertti…

Şevket Süreyya Aydemir, 1915 yılında, henüz bir yeniyetmeyken gönüllü olarak cepheye yazılmış, talimgâha gitmişti. 

Anlattığına göre, birkaç hafta süren eğitimden sonra Kafkasya’ya uğurlanacakları gün, bir subay genç savaşçılara şöyle seslenmişti:

“Siz öleceksiniz; bunun için gidiyorsunuz…”

Sonra kendisini de aynı yazgının beklediğini, ancak bunun bir anlamı olduğunu vurgulamak gereği duymuştu.

“Ben de öleceğim… Ama vatan kurtulacak…”

*

Bize hep vatana bir borcumuz olduğu öğretildi… Can borcu…

İlkokul bahçelerini dolduran küçük borçlular olarak yıllarca avaz avaz bağırmadık mı?

“Varlığım Türk varlığına armağan olsun…”

Cumhuriyet dönemi egemen siyasetçilerimizin yeni kuşaklara sunduğu persfektif buydu…

Ve hâlâ da budur…

Daha iyisini beceremediler, beceremiyorlar…

Becermek istemediler, becermek istemiyorlar…

O borcu yalnızca savaşlarda değil, maden ocaklarında, inşaat iskelelerinde, trafikte, yurttaşlarına verdikleri değeri ölçebileceğimiz her yerde tahsil ediyorlar…

Bu ülkede doğmuş olmanın diyetini ödüyoruz…

Sanki kafa kâğıdımızı Ömer Seyfettin’in hikâyesindeki Kasap Mehmet vermiş. Karşılığında kolumuzu, bacağımızı, canımızı istiyor…

Niye?

Borcumuz var diye…

*

Bizim devlet ricali, ikinci savaş sonrasında dünyayı saran özgürlük taleplerini ve özgürleşme eğilimlerini bir türlü içine sindiremedi…

Anayasalar bol geldi; kuşa çevirdiler, iktiza ettiğinde Abdullah Çavuş gibi üstüne oturdular.

Soğuk savaşın nimetlerinden fazlasıyla yararlandılar… Özgürlük talep edenleri devlet düşmanlığıyla, vatan hainliğiyle suçladılar, hukuksuz bir ülke yarattılar.

Soğuk savaşın bitmesi de durumu değiştirmedi.

Kürt gerçeğinden hâlâ kaçıyorlar. Anayasal kurumların denetiminden kaçıyorlar; Sayıştay’ı, Danıştay’ı işlevsiz hale getiriyorlar.

*

Soğuk savaş bitti…

Ama onlar, ıssız adadaki Japon askeri gibi davranıyorlar…

Savaşın bittiğinden haberleri yokmuş gibi…

Yeni düşmanlar buluyorlar… Bulamazlarsa uyduruyorlar…

Yeni bir kuruluş dili kuruyorlar.

Temellerini Kenan Evren’in akıl hocalarının attığı yarı Türkçü yarı İslamcı çerçeveye Osmanlı hamasetini tuz biber yapıyorlar.

Sevr korkusu hortluyor… Bölünme korkusu hortluyor… Çözüm süreci hikâye oluyor…

*

Bu yeni dil, eskisine meydan okuyor.

Saray mı yapılıyor? Eski dilin ta içine yapılıyor.

Bağımsızlık Marşı mı yazılıyor?

Eskisini mumla aratıyor.

Ama sözler değişmiyor… Kahraman ırkıma bir gül!

Hamaset alıp yürüyor. Türkiye’yi sözüm ona bir daha kuruyorlar…

*

Kuruluş iyidir…

Gençleştirir…

Genç bir devletin yurttaşları hamaseti yadırgamayabilir…

Yönetenlerin işine gelir.

Ancak insanın insan gibi yaşamasının yolu, bu yadırgamayanların kabullenmişliği ve acizliğiyle açılmaz. Yadırgayan ve hak talep edenlerin girişimleriyle açılır.

Birey, özgürleşmeyi, savaşlara ve baskı rejimlerine rağmen, savaşlara ve baskı rejimlerine direnerek öğrenir. Yalnızca öğrenmekle kalmaz, devletlere de öğretir…

Geçen iki yüzyılda böyle oldu…

Gezi’de şahit olduk ki, bu yüzyılda da böyle olacak.

*

Başbakan’ın eli kalem tutuyor…

Kendilerini, şu hamaset işinde az daha girişken olmaya çağırıyorum…

Mesela bir kitap yazsınlar. İlk cümlesi de şu olsun:

“Avrupa’nın üstünde bir hayalet dolaşıyor… Osmanlı hayaleti…”

*

Reisicumhurumuzun eliyse sigara içenlere parmak sallıyor…

Naçizane önerim, bu parmağın Philip Morris’e sallanmasıdır…

Daha hamasî olur.