Hamburg’da Yılmaz Güney’i anmak…

Türkiye’den Avrupa’ya giden insanların Türkiye ile ilişkilerini yakından görmeye başladığımda şaşırmış ve düşünmüştüm. Giderek işler daha da netleşiyor… İlginç dikotomiler var Almanya’da, Türkiye ile göçmenlerin kurdukları ilişkiler arasında.

Hamburg’ta Mig-Zentrum 6 yıldır Yılmaz Güney adına etkinlikler düzenliyor. Filmler gösteriyor, tartışmalar düzenliyor. Ancak eksik olan bir şeyler var: bunların kökeni Türkiye’de. Türkiye’de eleştiri, gerçekleri ve tarihsel bilgileri aktarmıyor, taşımıyor. Çünkü Hamburg’taki insanların örneğin eserleri seçerken nesnel bilgileri alabileceği çok seçenekleri yok, sinema eleştirisi bu işlevi yerine getiremiyor Türkiye’de.

İkinci olarak konuşmacılar sorunu var: Türkiye’de entelijansiya büyük oranda yara almış durumda. Aydınların büyük bölümü artık geçmişteki gibi belirli çalışmaları ve araştırmaları ile uzmanlaşamıyor ve bu nedenle Avrupa’ya gittiklerinde “yetersiz” bir söylemin taşıyıcıları oluyor.

Üçüncü olarak ise böylesi etkinliklerin çok önemli kitapçıklarının olması lazım, Söz Uçar Yazı Kalır misali. Göçmenlere önemli eleştirel ve analitik metinleri üretecek bir kadroda yok. Bırakın Almanya’yı ya da Hamburg’u, Türkiye’de en büyük festivallerin dahi çıkardıkları kitaplar ve festival tanıtım kitapları içler acısı bir durumda. Hatta bunun tuhaf bir borsası bile var. Bu işleri geçim kaynağı yapan kifayetsiz muhterislerimiz de var.

Dördüncü olarak artık çok dilliliğe alışmamız lazım. Eğer Hamburg’ta bir kitapçık çıkaracaksak örneğin, bunun dört dilde olması gerekiyor: Türkçe, Kürtçe, Almanca ve İngilizce örneğin.

Bunların dışında, sergilerin de açılması gerekiyor, ki Türkiye’de bile en büyük festivaller bu sergileri gerçekleştiremiyorlar. O kadar sıradan ve bayağı sergiler açılıyor ki Türkiye’de festivallerde, bir de yurtdışında bunu yapabilmek gerçekten çok zor ama o denli de önemli. Mesela daha bir iki mevsim öncesinde İstanbul Modern’de Akad’a ilişkin inanılmaz yetersiz ve geçiştirmeci sergi… Türkiye böyledir, kolektif bellek kendi geçmişinin analitik bilgisine sahip değil, sanat insanları da aynı şekilde.

Hamburg’da tartışma meselesine gelince, canlı geçiyor aslında, çünkü gelenler benim izlenimime göre, Türkiye’dekilerden çok daha meraklılar, tartışmaya da açlar. Ama buna karşın, insanların çoğunun Resmi Tarih’e karınları tok. Ama paradoks da burada başlıyor: çünkü Türkiye’de resmi tarih değişiyor, bugün üretilen resmi tarih geçmişin ideallerine karşı reddiyeci, bir tür gerçek-dışı kahramanlardan besleniyor. Solun entelektüel üretimi gerilemiş, liberallerin entelektüel üretimi ise iktidar beslemesi, televizyonlarımızın kültüre ve sanata ilgisi yok denecek kadar az, tarih ve felsefe konusunda ise “televizyonda medyatik olmak lazım” şiarı ile ilerliyor. Tarihiyle kavga eden bir milletin ahfadıyız.

Bir gerçek var: Bugün geçmişin sineması çok az biliniyor artık Türkiye’de. Ne yazık ki başta TRT olmak üzere, özel kanallar da sinema tarihimize yönelik hiçbir sergileyici ve kapsayıcı belgesel üretilmedi. Hiçbir şekilde tarih boyunca ilerleyecek şekilde sinemamızın önemli filmleri gösterilmedi. TST=Arzu Film komedileri olmadığı için de, aynı zamanda kolektif tarihimizi anlatan filmlere yer vermedikleri için milli şuur ciddi zarar almış durumda. Bir de en önemli sorunlardan birisi şu: Yılmaz Güney’i yok sayan televizyonlar Türkiye Sinema Tarihi’nde büyük bir boşluk ürettiler, anlamsız bir reddiye.

Hamburg’da gösterime gelenler ve tartışmaya katılanlar büyük oranda kültür-tarih-kolektif bellek üzerine açlık gösteriyorlar, bu insanlar tarihimizin yok saydığı ve resmi tarihin sakıncalı bulduğu bir kolektif belleğin insanları. Dolayısıyla, o insanlar için sanatın da bir tür direniş sergilemesi gerekiyor. Aynı zamanda Türkiye’den Bakanlık Destekli Film Günleri de hiçbir zaman belirli kesimlerin tarihini içermeye yanaşmıyor. İlginç bir denklem, bu insanlar bu topraklara hasret, bu kolektif mücadele tarihine aç, bu kültüre özlem duyuyorlar. Oysa kültürel sanatsal etkinlik denilince, bu insanlar büyük oranda kendi emeklerini karşılıksız veriyor, aynı zamanda maddi olarak harcamalar yapıyorlar. Tuhafıma gidiyor, Sol Gelenekten gelen insanların Kültür Sanat denilince canlarından ve ceplerinden harcamaları, İslamcıların ve liberallerin ise avuçlarını ovuşturup, hiçbir ciddi etkinlik yapmadan ve hiçbir ciddi entelektüel üretimde bulunmadan para peşinde koşmaları. Tarihimizin bir ironisi de bu!

Yılmaz Güney giderek bir sembole dönüşüyor, burjuvaziye karşı avuç açmayan ve onun düzenine karşı mücadele eden, geldiği yeri hiçbir zaman unutmayan birisi olarak. Sanatın doruk noktasındayken gelen ölümünün ardından, nedense artık sinemacılarımız burjuvaziye karşı aşırı tamahkâr, ideolojik olarak teslimiyetçi ve bir tür salon adamı modelinin Halkın Sanatçısının yerini alışı… Nice değerlerimizi burada kaybetmişken, böylesi değerlere aç insanlara saygı duymak gerekir.

Yozgatlı Uzun adlı bir işçinin içtenlikle etkinlik için sivil olarak çalışıp, kendini yalnız hissetmemesi için diyeceğim, öyle emekçilerin yüzünde Anadolu’nun bin yıllık alınterini görüyorum. Hepsine emekleri, çabaları ve özverilerinden dolayı saygı sevgi duyulacak bu insanların “ötekileştirilmesi” bitmeli. Tarihimiz “yok saydıklarından” vazgeçmeden yazılamayacak.