ABD’deki seçimler, Türkiye’nin sosyo-politik manzaraları, sürekli olarak kutuplaşma üzerine düşünmeye sevk ediyor insanı. Bu kutuplaşmanın özelliklerinden birisi de hakikatle bağın zayıflaması, bilmeyi istemeyen geniş yığınların varlığı… Trump, elinde somut bir kanıt olmamasına rağmen seçimlerde hile yapıldığını iddia ederek yenilgiyi kabul etmediğini açıklarken çok rahat ve ona inananlar da azımsanmayacak bir oranda. Türkiye’de bütün göstergeler ekonominin kötüye gittiği yönündeyken, “Harika! Uçuyoruz!” diyen siyasetçiler ve onları alkışlayanları düşününce… Bu meselenin sosyoloji ve siyaset bilimi açısından izahı çokça yapıldı, psikoloji açısından durum biraz karmaşık…

Kristeva, modern insanın olumsuz narsisizminin niteliği olan ‘bilmeyi istememe’ arzusundan bahseder ‘Ruhun Yeni Hastalıkları’nda. Önümüzdeki ilk yüzleşme, hap ya da söz arasında olacaktır der. Bilmeye gerek olmadan ‘hap’la mı, bilmeyi zorunlu kılan ‘söz’le mi insanlar hayatlarına devam etmenin yollarını arayacaklar? Bu çağa ‘bilgi çağı’ ya da ‘iletişim çağı’ gibi isimlerken yakıştırılırken, bilmenin önemini yitirişi ve yaşanan iletişimsel zorlukların ardından ‘hakikat sonrası çağ’ gibi yeni isimler yakıştırılır oldu. Peki modern insanı böylesi bir açmaza getiren nedenler neydi ki, iletişimin bu denli arttığı bir zamanda yalnızlık dayanılmaz oldu, bilginin bu denli kolay ulaşılır olduğu bir zamanda bilmek anlamını yitirdi?

Proust, Kristeva, Berardi ve daha pek çok düşünür ve yazar, ruhun canlılığını ancak başkalarıyla kurulan bağlarla sürdürebildiği konusunda hemfikirdir. Diğer insanlar, hatta diğer tüm canlılarla aramızdaki o görünmez bağ koptuğunda, insanı harekete geçirecek arzular sahteleşmeye ve TV karşısında tıkınan biri gibi insan edilgenleşmeye, akıştan kopmaya başlar.

Ranciere’in ‘Cahil Hoca’ kitabındaki uyarısını akılda tutmakta fayda var, aynı zamanda bir ‘uzmanlar çağı’nda yaşadığımızı düşünürsek: “Bir zekânın bir başka zekâya tabi kılındığı yerde aptallaşma vardır. İradesini kendi yoluna sokacak ve o yolda tutacak kadar güçlü değilse insan -özellikle de çocuk- bir ihtiyaç duyabilir. Ama bu tabi oluş sadece iradeler arasındadır. Ne zaman ki bir zekâyı bir başkasına bağlar, o zaman aptallaştırıcı olur. Öğretme ve öğrenme ediminde iki irade ve iki zekâ vardır. Çakışmalarına aptallaşma denecektir.” Ranciere, “Özgürleştirmeksizin eğiten aptallaştırır” uyarısında da bulunur, bütün zekâların eşit olduğunu da iddia ederek.

Psikoterapi açısından, danışanın irade gösteremediği yerde terapist bu iradeye sahip çıkar, ama asla danışanın zekâsını küçümsemez, onu kendisi gibi düşünmeye zorlamaz, bütün mesele Proust’un bahsettiği gibi ruhun içindeki titreşimlerin duyulması ve tercümesinde eşlik edip edemediğidir. İşte o titreşimler, sanatla, edebiyatla, hayaller ve arzularla bir akışa kavuşup başka titreşimlerle buluşup kaynaşabildiğinde…

İnsanlar, günümüzde sadece ekonomik ya da sosyal değil, varoluşsal bir güvencesizlik yaşadıkları sürece, bu kutuplaşma da varlığını yıkıcı bir biçimde sürdürecek gibi görünüyor. Mesele Trump ya da Biden değil, insanları bir arada tutan bağların kopması, etrafımızı saran enformasyon akışının hızı ve karmaşıklığı içinde kendi ruhumuzda yankılanan titreşimlerin duyulamaması, sistemin dayattığı rekabet ve stres altında dağılıp çözülüyor oluşumuz.

Todorov’un ‘Ortak Hayat’ adlı kitabındaki uyarısını hatırlamakta fayda var: “İnsan varoluşu yalnızlaşmanın tehdidi altında değildir, zira bu ola¬naksızdır; yoksullaştırıcı ya da yabancılaştırıcı bazı iletişim biçimlerinin tehdidi söz konusudur…” Bu tehdit, günümüzde zirvesine ulaşmış gibi görünüyor.