Cumhuriyet gazetesinin sağ üst köşesinde her gün bir sayaç yayınlanıyor. Gazetenin idari kadrosu, yazarları, çizeri ve muhabiri kaç gündür “içerde” oldukları kamuoyu ile paylaşılıyor.

Cumhuriyet ekibi Türkiye’nin en kara günlerini yaşadığımız bu dönemde tam kadro olarak şu 11 ile yer alıyor, vicdansızlık çizelgesinde:

Akın Atalay, Murat Sabuncu, Kadri Gürsel, Güray Öz, Hakan Kara, Turhan Günay, Önder Çelik, Bülent Utlu, Mustafa Kemal Güngör, Ahmet Şık ve Musa Kart!

Bugün onların hapisteki 99. günleri… Yarın 100 gün dolacak. Ama ben Cumhuriyet’te haber atlatma pahasına kendi arkadaşlarının 100. günlerini onlardan önce kutluyorum!

Çünkü hapistekilerin tümü benim yakın arkadaşlarım!

***

Bu 100 gün meselesini ilk önce Süleyman Demirel icat etmişti. Rahmetli rakamları, sayıları çok sevdiği için bolca kullanırdı. 1979’daki son sandık sınavında Adalet Partisi, Senato yenileme seçimlerinde 33 sandalye, boşalmış 5 milletvekilliğinin de 5’ini kazanıp yüzde 46 oy oranı ile 6. kez başbakan olmuştu.

Ülke kötü durumdaydı. Demirel de yine rakamlı bir etkinlik yaptı:

Hükümetin 100 günü!

Basın toplantısının adını bu şekilde ilan etmişti.

***

Cumhuriyet mutlaka bir 100 günlük bilanço çıkaracaktır. Arkadaşları hapisteyken memlekette neler oldu-bitti?

Akılda kalacak en önemli gelişmelerin başında TBMM’nin Anayasayı aleni olarak ihlal ederek Anayasa değişikliği oylaması yapması geliyor. Anayasa’nın kesin hükmü olan “gizli oy” kullanılması uyarılara rağmen çiğnendi. Hatta bunu yapan bakan gayet açık şekilde kendini ifade etti:

-Sana ne ulan!

Anayasa’yı bu biçimde değiştirenlerin, değiştirdikleri Anayasa’nın hangi hükmüne ne zaman uyacaklarını kim garanti edebilir ki?

***

Türkiye bir hukuk devletidir!

Peki o zaman 100 gündür her hangi bir suç isnat edilemeyen gazeteci arkadaşlarımız neden hapistedir?

İddianame ortada yok!

Neden?

Çünkü suç yok!

Savcılar da biliyorlar ki, gazetecilik suç değildir.

Hukuk fakültesinde okumak bir yana önünden geçmiş olanların bile kavrayacağı bir gerçektir, gazetecilik yapmanın suç olmadığı…

Türkiye’nin geleneksel kadersizliği böyle; güçlü iktidarlar döneminde ülke aydınlarına yapılmadık eziyet bırakılmıyor!

Cumhuriyet’in onur 11’i neden hapiste?

Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Rıfat Ilgaz, İsmail Beşikçi, Fikret Başkayaneden hapse atılmışlar, ülke cezaevlerinde gençliklerini geçirmişlerse ondan!

Hepsi istiyorlardı ki bu ülkedeki bütün halklar, insanlar, mutlu, müreffeh, korkmadan, ürkmeden özgürce kendilerini ifade edebilsinler, geleceğe umutla bakabilsinler!

1938’den 1950’ye kadar 13 yıl hapis yatan Nâzım Hikmet, direnmenin ince noktalarını kendisi üzerinden şöyle anlatıyordu:

“…

Yani içerde on yıl on beş yıl
daha da fazlası hatta
geçirilmez değil
geçirilir
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir.”

Nazım bu satırları yazdığında 20. yüzyılın ilk yarısı bitmemişti. Şimdi aradan 70-80 yıl geçti.

Bu ülkenin mutluluğunu isteyen aydınların, sanatçıların, yazarların, gazetecilerin kadersizliğinde bu kadar mı istikrar olabilir? Üstelik siyasetten ekonomiye her alanda “istikrarsızlık” abidesi olan bir ülkede!..

Suçsuz-hukuksuz 100 gün hapislik çok ağır bir işkencedir. Üstelik hapisteki gazeteci sayısı bakımından söylemek gerekirse:

Yüz kırk yedi yüzden de büyüktür!

Başta Cumhuriyet ekibi olmak üzere hapisteki bütün gazeteciler serbest bırakılmalıdır!

Hemen şimdi!

****

Kutsal değer pazarlamacıları!

Geçen akşam TV kanalları arasında birer ikişer atlayarak dolaşıyordum. Hangi kanalları izleme imkanına sahip olduğumu öğrenmek amacıyla…

100 ile 150. kanal aralığında birden durdum.

Üzerinde askeri kamuflaj elbisesi giymiş bir eli yüzü düzgün orta yaşlı bir erkek avazı çıktığı kadar bağırarak şiirler okuyordu. Arkasında ise Türk bayrakları dalgalanıyordu.

Şiirler ekrandaki kişiye aitti. Hamaset dozu çok yüksekti. Şiirlerin sonu mutlaka “Allah… Allah…” diye tekrarlanan mısralarla bitiyordu.

Arada duruyor, önündeki bilgisayardan kendisine gelen mesajları okuyordu.

Bunu çok hızlı ve mekanik bir sesle yapıyordu.

Gelen mesajlardan birinde küçük bir detay vardı:

-Sizi izliyoruz, bizim ailemiz de on gün önce bir şehit verdi… Onun ruhu için bir şiir okuyabilir misiniz?

Programcının burada durup, “Şehidimize Allah’tan rahmet acılı ailesine de başsağlığı diliyorum” demesini bekliyordum.

Demedi.

Ama kendi programı ekrana çıktığı kanalı için çağrı yapmayı ihmal etmedi:

-İşadamlarımız bize sponsor olun, bu kanal yaşamalı, vatan için millet için, şehitlerimiz için yaşamalı!

Sonra kendi şirketinin bağlantılarını okudu. Sahne gösterileri, şiir okuma, sunuculuk kursları için arayabilecekleri telefon ve sosyal medya adreslerini verdi.

***

İki kanal daha ilerledim. Bu sefer de kutsal bir şehir ismiyle yayın yapan TV’ye geldim. Burada da bir pazarlama elemanı vardı.

-Bir Kuran alana bir Kuran da bedava!

Elindeki iyi baskılı Kuran-ı Kerim örneklerinin, kağıt, grafik, baskı kalitesi gibi teknik özelliklerini anlatıp şöyle diyordu:

-İki Kuran’ı ne yapacağım diye soranlara söyleyeyim: Birini kendine birini de mahallendeki Kuran Kursuna, camiye hediye edebilirsin!

Ağzı iyi laf yapan bu ekran pazarlamacısı içerikle ilgili hiçbir söylemek gereğini hissetmiyordu. Onun için sadece “satış grafiği” önemliydi.

***

Bunlar 2000’lerin maneviyat pazarlamacıları… Bir de 100 yıl öncesindekiler var.

1901 yılının Mayıs ayında içlerinde Enver Paşa, Kolağası Nazım Bey gibi askeri şahsiyetlerin de bulunduğu bir Osmanlı heyeti Çin’e gitmişti. Amaçları orada Almanlara karşı isyan eden Müslüman gruplarla görüşmekti. Delegasyonun adı da bu yüzden “Nasihat Heyeti” olarak belirlenmişti.

hapiste-100-gun-241911-1.

Heyettekiler arasında Hoca Tahir Efendi de bulunuyordu.

Bundan sonrasını Taha Toros’un arşivinden istifade edilerek hazırlanmış Milliyet’in 1981’de verdiği Yakın Tarihimiz adlı ansiklopediden aktaralım;

“Hoca Tahir Efendinin İstanbul’dan ucuza aldığı Kuran-ı Kerimleri Çinli Müslümanlara yüksek fiyattan satmak istemesi Enver Paşa’yı çileden çıkartmıştı!”