LEVENT TURHAN GÜMÜŞ Vedat Türkali bir komünist olarak yaşadı, bir komünist olarak öldü. Haramilerin bir gün karanlıkta yolunu keseceklerini bilerek girdi kavgaya. Mal mülk peşinde koşmadı. Derdi tasası çocukların yüzüne utanç duymadan bakabilmek, onlara “namuslu bir dünya bırakabilmek” ti. Sanat eserinin “insanoğluna yaraşır bir haysiyet taşıması” gerektiğine inandı hep. Hayatla olan ilişkisini toplumsal gerçekleri hikâye […]

Haramilerin saltanatına karşı sıkılmış yumruk: Vedat Türkali

LEVENT TURHAN GÜMÜŞ

Vedat Türkali bir komünist olarak yaşadı, bir komünist olarak öldü.

Haramilerin bir gün karanlıkta yolunu keseceklerini bilerek girdi kavgaya. Mal mülk peşinde koşmadı. Derdi tasası çocukların yüzüne utanç duymadan bakabilmek, onlara “namuslu bir dünya bırakabilmek” ti.

Sanat eserinin “insanoğluna yaraşır bir haysiyet taşıması” gerektiğine inandı hep. Hayatla olan ilişkisini toplumsal gerçekleri hikâye etmek üzerinden kurdu. Sansür ve baskı peşini hiç bırakmadı. Hayatının hiçbir döneminde kendisini özgür hissetmedi ama hep umutla baktı hayata. Bellekte kalacak olanı dert edindi; kendini bellekte yer edindirme uğraşına adadı. Neyi yaparsa yapsın “bir komünist işini iyi yapmalıydı”; roman yazarken de sinema için senaryo kurgularken de bu anlayışa uygun bir şekilde davrandı, bahane üretmedi, baharı getirmek için çok çalışanlardan oldu.

Okurun başta Bir Gün Tek Başına başta olmak üzere, Mavi Karanlık, Yeşilçam Dedikleri Türkiye, Tek Kişilik Ölüm, Güven, Yalancı Tanıklar Kahvesi, Kayıp Romanlar, Bitti Bitti Bitmedi romanlarıyla tanıdığı Vedat Türkali, aynı zamanda iyi bir senarist, iyi bir oyun yazarı ve şiirin güzelden önce haklının, doğrunun peşinden koşması gerektiğini savunan bir şairdi.

Kendisini “ozanlıkta hiçbir savı olmayan bir şiir tutkulusu” olarak nitelemesinden midir bilinmez, Vedat Türkali’nin şairliğinin keşfedilmesi, “İstanbul” şiirinin Grup Baran’lı yıllarında Onur Akın tarafından bestelenmesi sonrasındadır.

Türkali, 1944’te, dostlardan ve kavgasının şehri İstanbul’dan uzakta, Akşehir’de asker öğretmenken yazar özgün adıyla “İstanbul”, bestelendikten sonraysa “Bekle Bizi İstanbul” olarak sol kamuoyunca sahiplenilen şiirini.

“Sis” şairine ithafla başlar şiir: İktidar, bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağasının emrindedir. Aydınlanmacı öğretmen, esnaf, köylü, Cibali’nin tütün işçisi, sesini yükselten herkes “komünist” yaftası vurularak kovuşturmaya uğramakta, tutuklanmaktadır. Haramiler kesmiştir sokak başlarını. “Polisin kırbacı, cellatın ipi, spikerin çenesi ve baskı makinesi”, her şey haramilerin elindedir. Şehrin karanlık mahzenlerinde, yani zindanlarında yatan can yoldaşlar vardır; “bir kadın yoldaş, bir kardeş karısı” uzakta, tipi altında.

Şiir, elden ele yayılır, Arif Damar İşçi Sendikaları toplantısında okur şiiri. (1) Ahmet Arif ve kuşağının bazı şairleri bu imzasız şiirden çok etkilenir. Türkali’nin akışkan fırça darbeleriyle resmettiği İstanbul silueti, keskin sınıfsal karşıtlığı, kimin neyi beklemesi gerektiğini netlikle ifade eden sözleri ve haramilerin saltanatının yıkılacağını, o günlerin mutlaka geleceğine işaret eden «bekle bizi» vurgusuyla umudun şiiri olarak direnenlerin hafızasına kazınır.

Vedat Türkali’nin şiirlerinin ayırt edici özelliği hakikattir. Her biri, yazarın kendi deyişiyle, “karanlık bir dönemde devrimci savaş sürdürmüş kişilerin duyarlıklarını” içinde taşır. Ağır baskı koşullarında çoğu cezaevinde yazılmış her bir şiirde ülkenin içinden geçtiği durumu gözlemlemek mümkündür.

Yıl 1951’dir. İktidar değişmiş ama yeminli komünizm düşmanlarının sola, devrimci düşünceye karşı yaklaşımları değişmemiştir. Gördükleri, anlatılanlar görmezden duymazdan gelinecek şeyler değildir. İlerici devrimci aydınlar üzerindeki baskı yoğunlaşmış, TKP yeraltına çekilmiştir. Türkali, karısı Merih ve Ermeni arkadaşı Haig (Hayk) Açıkgöz ile birlikte bir gizli hücre oluşturur. (2) Faaliyetleri uzun erimli olmaz, bir süre sonra tutuklanırlar. Vedat Türkali Harbiye’de iki numaralı koğuşta, karısı Merih hücrede, çocuklarsa evdedir. “Hücreye Mektup” şiirini yazar. Bunu, işkenceleriyle ünlü Sansaryan Han’ı anlattığı “1951-1954’ten Notlar Şiiri” izler. Dönemin işkencecileri, gestapocu Ahmet Demir’ler, Parmaksız Hamdi’ler; yoldaş Hasan Basri’yi pencereden atan cellatlar; tabutluklar, hücreler, falaka tanık olunan, yaşanan şiddetin asli unsurları olarak şiirdeki yerlerini alırlar. Ne insan sesi vardır ne de insan yüzü; güvercin çığırışları derinlere çekilmiş, çatana, tren sesine dayaktan dönenlerin iniltisi eşlik etmektedir. Ama bu arada tarihin şaşmaz akışı da devam etmektedir. Yerin altından uğultular gelmektedir. Bu her geçen gün yakınlaşan kurtuluşun sesidir. Bir yolunu bulup şiiri dışarıya yollar. Sonrasında şiirin okuyanlarda coşku ve heyecandan ziyade ürkü uyandırmış olduğunu öğrenecektir. Siyasal baskı kurmak için uygulanan şiddet korkutucudur.

Yargılandığı dava 1954’te karara bağlanır. 1951’den beri yatmaktadır zaten. Dokuz yıl verirler. Orhaniye, Adana ve Sultanahmet Cezaevlerinde yedi yıl yattıktan sonra koşullu olarak serbest bırakılır. 1958 yılında Cumhuriyet gazetesinde musahhih olarak işe başlar. Anlaşamaz, bir süre sonra ayrılır. Kısa bir yayıncılık serüveninin ardından senaryolar yazmaya başlar. 27 Mayıs’ın görece özgür ortamında yazsa da tarihsel gericilik önüne dikilir. Senaryosunu yazdığı Karanlıkta Uyananlar filminin yönetmeni Ertem Göreç hiç ilgisi olmadığı halde komünist zannıyla saldırıya uğrar.

Türkali, yurdundan ümidini kesecek adamlardan değildir. Yazmaya devam eder. O bir yazardır ve “devrim için gerekli olduğuna inandığı şeyi açık seçik söylemekle” yükümlüdür. Oradan bakar hayata, bir yazı adamı olarak edebiyatla olan ilişkisini oradan kurar. Örgütlü, gerçekten ileri, sınıfsal bir kavganın sanat sorumlusu olarak gördüğü Nâzım’a öykünür, bunu açıkça söyler de: “Önce her şey Nâzım Hikmet’ti.” (3)

Tanışmayı çok istemesine rağmen hiç karşılaşmazlar; ne dışarıda ne de “mahsus mahal”de. Yıllar sonra kendi vefasının izini sürerken yolları kesişir yeniden. Yurtdışında bir veda akşamında, son romanı Bitti Bitti Bitmedi’yi ithaf ettiği eski hücre arkadaşı, işkencede sır vermeyen yoldaşı Ermeni doktor Haig Açıkgöz, kendisine bir gömlek uzatır. “Al” der, “Nâzım’ın gömleği; bana vermişti, bundan sonra senindir.”

Türkali, Nâzım’ın Haig’e, Haig’in de kendisine verdiği gömleği kutsal bir emanet gibi, bir sadakat, korunması gereken bir anı, bir hak ediş nişanesi olarak yıllarca taşıyacak, sadece doğum günlerinde ve yeni bir kitabı bitirdiğinde giyecektir. (4)

“Ölüm yaşayanlara çok şey öğretir” diye yazar “Hücreye Mektup” şiirinde Vedat Türkali ve ekler: “Seni çocuklarımı sevmek kadar kadınım / Ölüm bana da kavgayı öğretti”.

Ölümünden bir süre önce kendisiyle yapılan bir söyleşide “hâlâ komünist” olduğunu söylemesi düşüyor aklıma ve olasılıkla aynı söyleşide çekilmiş, sağ yumruğunu havaya kaldırmış fotoğrafı.

“Bekle bizi İstanbul” dizelerinin, “kavgamızın şehri”nin şairi, zulme karşı mazlumun yanında durmuş bir büyük yazar, Nâzım’ın gömleğini onurla taşımış bir komünistti.

Vedat Türkali’den bize kalan şey budur; budur onu bizim kılan çıplak hakikat!

Bekle Bizi İstanbul, Vedat Türkali, Ayrıntı Yayınları, Şubat 2016

Komünist, Vedat Türkali, Ayrıntı Yayınları, 2. Basım, Aralık 2018

Barış, 1 Temmuz 1950, Sayı 6.

Yazar, ilk kez 2004 yılında Melek sinemasında gerçekleştirilen “Vedat Türkali ‘85 Yaşında” etkinliğinde giyer gömleği ve kamuoyu bu vesileyle Nazım’ın gömleğinin hikayesinden haberdar olur.