2009 yerel seçimlerinde DTP, AKP’nin hiç ummadığı şekilde, yüze yakın belediye başkanlığı kazanınca karga kadar çirkin, kuş kadar beyinsiz ve de baykuş kadar uğursuz bir yaratık ulumuştu, üstelik de Diyarbakır’dan: Bunların şahinlerini içeri atalım ki, güvercinleri ürküp, çareyi bizim eteklerimizin altına sığınmakta bulsunlar.

Uğursuzun ‘şahin’ dediği, siyasetle ilgilenen, DTP’yi destekleyen, meclislere, başkanlığa seçilmiş veya seçilememiş bölge insanlarıydı. ‘Güvercin‘ler ise, bildiğimiz seçmenler.

Seçimlerden sonra bir ay geçti geçmedi, toplu tutuklamalar başladı, KCK operasyonları adı altında; binlerce, toplamda on bine yakın –hem de, hemen hiçbirinin eli silaha değmemiş- insana, elleri arkadan kelepçeli resmigeçit yaptırtıldı kent, kasaba merkezlerinde, ana caddelerde, eli kanlı teröristler diye.

Amaç insanları siyasetin dışında tutmak, kendi hayatlarının yurtları üzerinde söz söyleme hakkından vazgeçirmek, uzak tutmaktı: AKP, 12 Eylül darbecilerinin en has evladıydı.

12 Eylül ile AKP arasındaki ‘has evlat’lık ilişkisini iyice kavramak açısından, alçak ve beyinsiz cuntacıları yöneten-yönlendiren aklın yerel kahyasının Turgut Özal adlı ipini koparmış (neoliberalin işe vuruk tanımı) olduğunu da hiç mi hiç unutmamak gerekir.

Evet, 12 Eylül darbecileri, tabiî ki alçak haramîlerdi; ancak yine de –şu ya da bu ölçüde- kelleyi koltuğa almışlardı, darbeyi yaparken. Onların has evlatlarında ise, o kadar bile haysiyet yoktu; haramîlerin mirasına bedavadan sahip çıkmanın ötesinde, onların kurduğu halk düşmanı düzeni daha da ağırlaştıracaklardı. Gayri adil, antidemokratik, ayırımcı, bölücü, silaha sevk edici, kan-obur ve hırsız işi yüzde on barajını kaldırmak bir yana, partilere hazine yardımını da baraja bağladılar: Haramzadeler, haramîlerden de daha alçaktılar. Hele, hem darbeleri ve darbecileri güya lanetleyip, onların getirdiği her şeye onlardan daha fazla sahip çıkmak, alçaklığın ‘kare’sinden de öte, ‘küp’üydü.

KCK gözaltı ve tutuklamaları son sürat seyrederken “güzel şeyler olacak” hokkabazlığı devreye sokuldu; ardından da Habur katakullisi.

Habur, gerçekten de tam bir katakulliydi: Barış olsun, insanlar evlerine dönsün, analar artık ağlamasın diye yasaların rafa kaldırılması, sınıra çadır mahkemeleri kurup “örgüt üyesiyim ve de liderimin talimatıyla buraya geldim” diyen insanların ‘etkin pişmanlık’tan serbest bırakılmaları pekâlâ hoş görülebilir, buna karşı tavır almak ise barışa karşı çıkmak olurdu. Oyun, tam tamına şuydu: Hayırlı bir amacın ardına gizlenerek, Erdoğan, kendisi için yasaları rafa kaldırma, ‘istisna durumuna karar verme’ yetkisinin yolunu açmış, kendi diktatörlüğünün taşlarını döşetmiş oluyordu. Başka bir anlatımla, ‘yaratandan ötürü’ sevdiğini söyleyerek mutlu ettiği insanları bizzat kendilerinden, yine aynı yaratana sığınarak kendilerini bir güzel tokatlama vizesini almış oluyordu.

İmralı süreci, kısacası ‘süreç’ de aynı strateji doğrultusunda bir alçaklıktı. “Analar ağlamasın”a karşı çıkmanın manevî ağırlığını da arkasına alarak, Erdoğan, yasal olanı yerine getirmeme, yasal olmayanı da fiiliyat geçirme imtiyazını kendi tekeline geçirmiş oluyordu: Bir yandan, Öcalan’ı avukatlarıyla bile görüştürmezken, diğer yandan da kendisini devletin doğrudan muhatabı konumuna yükseltmek. Bu arada, Kürt Siyasal Hareketi’nin milletvekillerini hapiste tutup daha sonra da postacı konumuna indirgeyerek ve de değil diğer siyasal partiler, kendisi ve kendi çetesi dışında kendi milletvekillerini dahi işin içine kesinlikle katmayarak, kendi kendisini ortalıktaki yegâne siyasal aktör konumuna taşımış oluyordu.

Yasal-silahsız siyasetin önünü kesip, önünü kesmenin de ötesinde böyle bir siyaseti cezalandırıp, buna karşılık silahlı gücü de olan bir örgütü muhatap alırken, tabiî bir sürü hesapları vardı; ama, esas yaptığı, bir yandan silahlı siyaseti ödüllendirirken, oyuna 1-0 önde başlayıp, sonuna kadar da hep bu pozisyonda kalacağı bir zemini dayatmaktı: Muhatabı, nasıl olsa yasadışıydı; öyleyse istediği, işine geldiğini düşündüğü anda, yasallık adına her yola baş vurabilirdi.

HDP’nin Meclis’e girişi, işte bu oyunu bozdu ve ‘ali kıran baş kesen’i çıldırttı.

Ve bu öylesine bir çıldırmışlık hâli ki, değil Şems Ethem’in yeğeni, kendi en yakınlarını bile hedef alan saldırı ve suikastları göze alabilir; tabii hepsi ‘çakma’ olmak üzere.