Söylendiği zamanı aşan kimi sözler vardır. Öyle bir “durum” için dile dökülürler ki bir bellek çıpası olarak zamansızlaşırlar. Her ne vakit o “durum” oluşursa söz çıpası tutunduğu dipten kurtulur, bellek ırmağının derinlerinden yüzeye bilince yönelir. Hareket vakti gelmiş demektir. Zihin, kendi ürettiği ile kendinde devrim yaparak, kendinde yansıyan gerçekliği değiştirmeye koyulur.

“Yola çıkmak” öyle bir söz. Yola çıkmanın zamanını yol belirlemez. Ama “hareket vakti” gelince yol bir imkân olarak zihinlerde görünür olur. O yüzdendir, önümüze bir yol çıkmadan önce içimize bir yola çıkma isteğinin gelmesi.

Yine öyle bir “durum”un içindeyiz ve bize, Türkiye’ye özgü de değil; insanlığın tümünü kapsıyor. Altmışların sonunda Latin Amerika’da askeri darbelerle başlayan ve seksenlerde tüm dünyayı esareti altına alan neoliberalizm kendi kaçınılmaz krizinin dibine vurmak üzere. Dünyayı saran krizden bağımsız ve bağlantısız değil içinde bulunduğumuz durum. Gezegenin her karışında yoksulluk, açlık, şiddet kol geziyor ve yalnızca canlıları değil gezegenin kendisini tehdit edecek düzeye çıkmış durumda.

Birbirinden koparılmış, birbirinin yaptıklarından habersiz, birbirinin yaptıklarına duyarsız bireyler gruplar, yığınlar içinde bulundukları koşullara her biri kendi bildiğince isyan etmeye, başkaldırmaya çalışıyorlar. Bütün bu bölük pörçüklük içinde her isyan girişimi de kolaylıkla bastırılıyor ve koşulların daha da ağırlaşmasına neden oluyor. Her küçük yenilgi, galiplerin kendilerini dev aynasında görmelerine yol açıyor.

Durum, zamansızdır ama ortaya çıktığı her dönemin kendi koşullarına da tabidir. Her “şimdi”, içinde hem geçmişi hem de geleceği barındırmasıyla biriciktir. Öyle ise zamansız olanla şimdi olan arasındaki ilişkiyi gözetmek zorundaysak, önümüzde beliren yola nasıl çıkalım sorusuyla yüzleşmemiz gerekli.
AKP’li yıllar boyunca değil, 12 Eylül Darbesi’nden bu yana, beliren her yol imkanında savrulanlar, yenilenler, yıkılanlar, başka yollara sapanlar, geri dönenler oldu. Dahası yol imkanının önüne set çekmeye çalışanlar da oldu.

Bütün bu olup bitenlerin şimdi yaratabileceği asıl tehlike yoldan çıkmalar değil, yoldan çıkanlardan “kefaret” beklentisine girmek olacaktır. Çünkü kefaret yolda kalanların, yolu koruyanların ödediğine denir. Şimdi hareket vaktinin geldiğine inanıyorsak, sesimize gelenlere günah çıkarma ve bedel ödetme ayinleri yapamayız.
Üzerimizde geçmişin esintileriyle, geleceğe yürüyeceğimiz bir yol inşa etmek istiyorsak, geçmişte haklı olmamızın bize üstünlük değil alçakgönüllülük verdiğini bilmeliyiz. Evet, haklıydık bu doğru ama şimdi yine haklı olmak istiyorsak çağrımıza ses verenlerden “iyi hal kağıdı” ya da “af dilekçesi” isteyemeyiz.

Kefareti her zaman devrimciler öder, diğerlerinden beklenen ise en fazla özeleştiri olabilir ki o bile olmasa da olur. Toplanıp yola çıkmak için toparlanmamız gerekli ve birbirimize el uzatmadan, bizden önce düşenlerin kalkmasına yardım etmeden bu mümkün olmayacak. İlk kez yola çıkmaya hazır olanlara da örnek olmalıyız.
Geçmiş yinelenemez ama aşılabilir. Aşmak için o geçmişin hangi özelliğini sıçrama tahtamız olarak seçmemiz gerektiğine karar vermeliyiz. Yine yolu açacaksak bizimle yürümeye çağıracaksak önemli olanın yol olduğunu kabul etmeliyiz. Ve yolun ancak üzerinde yürüyenleri dönüştürebiliyorsa devrimci bir yol olabileceğini hatırlayabilmeliyiz.

Seslenelim ve duyup gelenlere hoş geldin diyelim, “hoş geldin, kesilmiş bir kol gibi omuz başımızdaydı boşluğun…dinleyip diyecek çok… fakat uzun söze vaktimiz yok. YÜRÜYELİM…”