Prag Senfoni Orkestrası’nın ortasında, dünyanın en iyi klasik müzik kayıt salonunda arkadaşım Tuluğ’un gelip orkestrayı yönetmesini bekliyordum. Sanatçılar aralarındaki konuşmada Tuluğ’un ilk ismini Mozart veya Beethoven’dan bahseder gibi hayranlıkla anıyorlardı. Bu hayranlık tonu o kadar belirgindi ki farketmek için dillerini anlamam gerekmiyordu. Sabri Tuluğ Tırpan’ın yaşayan büyük bestecilerden biri olduğunu biliyordum ama işin erbablarıyla dolu bir salondaki büyülü ruh hali, Tuluğ’un kıymetini, müzik konusunda benim gibi cahil bir insanın da anlayacağı bir gerçeklik haline getirmişti. Tuluğ ayakta alkışlanarak salona girdi ve orkestrayı yöneterek bestelerini kaydetti.

Akşam Prag sokaklarında dolaşırken “Sen neymişsin be abi” dedim. Her zamanki tevazusuyla övgü faslını gülerek geçiştirdi ve sonra “Sen şimdi bugüne bakarak değerlendiriyorsun ama bestecilik hiç tahmin edemeyeceğin kadar tehlikeli bir meslek” dedi. Ardından Viyana’da geçen öğrencilik yıllarını, duyduğu her melodiyi, her sesi zihninde notaya dökme saplantısını anlattı. “E ne güzel işte…” dedim. “Kuşların cıvıltısını notaya dökmenin nesi kötü ki?”

***

“Peki ya kapı gıcırtısını?” dedi Tuluğ. “Araç gürültüsünü, çocuk çığlıklarını, inşaat seslerini, konuşmaları… Beyninin sana duyduğun her sesi nota dökme emri verdiğini hayal et. Dışarı çıkamıyordum, hiçbir ses duymaya tahammülüm yoktu. Çok ağır klinik bir durumun eşiğinden döndüm, dönemeyen ve deliren arkadaşlarım var.”

Bir süre sessizce ilerledik, yanımızdan geçen gürültücü turistlere kötü kötü baktım… “Biliyor musun, seni notalarla yaşadığın sorun gibi benim de bir başka kavramla derdim var” dedim neden sonra. “Hareketler.”

Çocukluğumdan beri hareketleri gözlemliyorum. Genel olarak tavırlar diyeyim ama detayda daha minik hareketler, mimikler, mimiksizlikler. Bunu herkes biraz yapar, insan sarraflığı filan deriz, herkesin biraz müzik kulağı olması gibi. Plasiyerlere bu konuda dersler verirler, bir bakkal dükkânına girer girmez detaylardan bakkalın Elazığlı bir alevi, kız babası ve eski futbolcu olduğunu anlarsın. Bunu anlama kabiliyeti pazarlama dünyasında da çok makbul.

Mesela çalıştığın ofiste kahveci kahveyi masaya sert biçimde koyuyorsa, demek orada suyun ısındı, çünkü kahveci patronun odasına da girer ve her şeyi işitir, işittiklerine göre güç dengesi kurar. Bir tanıdığının eşiyle veya arkadaşıyla ilk kez tanıştın, sana karşı hareketleri arkadaşının senle ilgili gerçekte ne düşündüğünün turnusolu. Çocuklar tam felaket, bir davette bir kadının iki yaşındaki oğlu annesinin patronuna herkes içinde İboş diyor, tam boşanma sebebi… Ama bu çok bariz bir örnek. Göz hareketleri var örneğin: Kendini büyüdüğü varsaydığı için senin küçüldüğünü düşünen kişinin bakışındaki göz hareketleri değişir, fiziksel boyun ondan uzun olsa bile sana aşağıdaymışsın gibi bakar. Su bardağını tutuşu, koltuğa oturuşu, saçını kaşıyışı bile ele verir insanı. Hele bunu karşılaştırmalı yaparsan, bir yılda ne değişti, on yılda ne değişti, o kişinin olası hayat hikâyesini çıkartırsın. Bir kişinin evrimi, bin kişinini evrimi, bir toplumun, bir ülkenin evrimi…

***

Mesleğin ilk yıllarında yeni bir cep telefonu modeli mi çıktı, bana getirirlerdi. “Sence bu tutar mı?” Tutar dersem tutardı, tutmaz dersem tutmazdı. İnsanlar bunu salt modele bakarak söylediğimi düşünürdü, oysa ben o markanın yönetim kardosuna, patronunun tavırlarına bakarak da söylerdim. Güven, inanç, dialog ilişkisi güçlü olan şirketlerde risk alınsa bile başarı gelir, mavranın hakim olduğu yerlerde alan koruma başlar ve bunun önünü alamazsın. Mavra, tapınma, itaat, abartı gibi kavramlarla ilke, hal, tavır, tolerans gibi kavramlar birbirleriyle mücadele ederler. Tıpkı vücuttaki azgın kanser hücreleriyle sağlıklı hücrelerin savaşı gibi.

Bunun iyi bir özellik olduğunu düşünebilirsin ama inan berbat bir durum benim için. İçimdeki en büyük arzu, beynimin bomboş olması. İsimleri aklımda tutamıyorum çünkü beyin algoritmamda isim o kişiyi tanımlamakta en az önemli kodlardan biri. Yavşaklar, pısırıklar, harbiler gibi ana kategoriler altında binlerce dosya ve zaman içinde değişimleri not almak ve yargıları yenilemek üzere gece gündüz hazır bekleyen mahkemeler var kafamda.

***

Adım reklamcı, siyasal iletişimci, stratejici gibi bir takım ünvanlarla anıldığı için herkesin bana ilk sorduğu soru: “Şu hareket karşısında halk ne düşünür?”

Bir kere halk düşünmez. Düşünmek bireysel bir hareket. Birey düşünür. Fikri hür, vicdanı hür olmak, birey olmak, instagramdaki adıyla “akış”a kapılmamak, düşünmek ve o nedenle de var olmak, bu bireysel bir iş. Bireyselliği yok ettiğin her grup bir kitleye dönüşür. Kitlenin düşünceleri olmaz, hisleri olur. Ceylan sürüsünün aslan sesini duyup bir anda koşmaya başlaması gibi… Kitleler hisleriyle hareket eder. En temel his korku. Yalnızlık korkusu, öcülerin seni yemesi, ağaçtan düşme, havasız veya susuz kalma, aç kalma… Bu hissin egemen olması için bireyin yok olması gerek. Birey tek başınayken düşünür, düşünen insan kitlelerin korktuğu pek çok şeyden korkmaz. Bir bireyi öcüyle korkutamazsın ama bir kitleyi korkutabilirsin. Fear is power.”

***

Karluv Köprüsü’ne gelmiştik. Her yer buz içindeydi, o soğukta secdeye durmuş gibi bir hareketle hareketsiz bekleyen dilenciler ve bizden başka kimse yoktu köprüde.

“Sen şimdi bugüne bakarak değerlendiriyorsun ama kitle iletişimi hiç tahmin edemeyeceğin kadar tehlikeli bir meslek. İnsanlar karmaşık anlatımları sevmiyor, Tweet’in 878 like mı aldı, senden iyisi yok. Çünkü 878 belirli, anlaşılır, net bir sayısal ifade. Oysa konu satılan şeyle sınırlı değil, sattığın kitle ile ilgili. O tarafa geçince felç oluyorsun. Sesin kesiliyor, nutkun tutuluyor. Ölçüp biçen milyonlarca insanın ortak bir vektör yaratmasına çabalamak çok zor.

Biliyorum ki, içki içmeye başlar başlamaz bana Kılıçdaroğlu ve Erdoğan’la ilgili sorular soracaksın. Aman yapma bunu. Bu gece ne ben onların hareketlerinden mana çıkartayım, ne sen benim konuşmamın solfejini yap. Çünkü konu Kılıçdaroğlu, Erdoğan, Tuluğ veya Ateş’le ilgili değil. Bazı sonuçlara düşünerek varamayız. Bazı sesleri notalara dökmek de imkânsız. Oralara girersek çıkamayız. Ne dersin?”

Sanki bir an uzaklardan gelen araç sesleri bile kesildi. Tuluğ ve ben, köprünün tam ortasında, dilencilerle beraber bir süre hareketsiz bekledik.