Kitapta Handan’ın aktardığı gibi, Guarani dilinde ‘ruh’ aynı zamanda ‘sözcük’ anlamına geliyormuş. Yokuş Aşağı Portakallar sözcüklerin gücünü bize yeniden hatırlatan, şair elinden çıkma büyük bir roman

Harfleri kımıldayan karanlık

Ömer İzgeç

Zeynep Uzunbay ikinci romanı Yokuş Aşağı Portakallar’da bir kasabada kesişen hayatları, eşine az rastlanacak bir duyarlılık ve kavrayışla anlatıyor. Metinde, yazarın gergef gibi işlenmiş tartımlı diline farklı anlatım tarzları eşlik ediyor.

Kasaba ve kadın

Çeşitli karakterlerin dönüşümlü konuştuğu anlatıda, kişilerin hikâyelerinin arka plânında kasaba yaşantısının gerçekleri kuruluyor: çıplak ayakla kilometrelerce yol yürüyerek okula giden öğrenciler; hayatlarını karınları burnunda devamlı gebe geçiren, süpüren, yıkayan, pişiren, yediren, toplayan ancak bilmeleri, konuşmaları yasak, ağlamaları serbest kadınlar; kirleten sonra da dönüp siz kirsiniz diyen, gücünü yalnızca erkek olmasından alan, yok sayan erkekler.

Uzunbay, Yokuş Aşağı Portakallar’da sözü kadınlara veriyor. Öğretmen Arzu, hemşire İpek, muhtarın karısı Narin, deli Kezzi, şehirli Handan hikâyedeki karakterlerden bazıları. Romanda susmaya ve kabullenmeye yazgılı kadınların yanı sıra, ısrarla yüreklerini izleyen, bunun ağırlığını taşıyanlar da yer alıyor. Bu bağlamda kadın imgesi sessiz ve soğuk kasabanınkiyle örtüşüyor. Görünenler ve yüzeyde kalanlar ile kuytularda inadına yeşeren ama saklı kalması icap edenler. Yazar eril düzenin ufak bir örneğini bir kasabada kurup, bir yorum katmaya gerek olmayan gerçekleri, gerektiği yerlerde yöresel dili de ustalıkla kullanarak aktarıyor. Anlatıcıların ağzından aktarılan tüm yaşananlar, kişilerin özel tarihlerinden çıkıp kadınların acı tarihine yazılıyor. Aşk, tecavüz, düşük, doğum, ölüm ve tüm bunların dilsiz hikâyesi, edebiyatın durgun sularına düşmüş bir kara mürekkep damlası gibi yavaş yavaş genişliyor. Diğerlerinden sıyrılan Kezzi’nin hikâyesi, ötekilerin arasında dalga dalga yayılarak okuyucuyu içine alıyor.

Yabancılaşma anlatısı

Uzunbay romanında hastalıklı toplumsal yapının da bir uzantısı olarak önce çevresine, sonra kendine yabancılaşan, kendi olmasına izin verilmeyen kadın karakterlerini itinayla işliyor.

Gördüğüm rüyayı anlatırken bile, sözcüklerime, sesime bakan, otururken oturduğumu, yürürken yürüdüğümü gözleyen biri var.

Metinde yer yer gerçek özleri ses geçirmez bir hücreye tıkılmış, yalnızca başkalarının sesini duyan kadınlar söz alıyor. Ancak yazar kimi zaman karakterlerini dışarıda bırakmayıp, ses geçirmez hücrelerine, özlerinin yanına hapsediyor. Kendileriyle konuşup, yalnızca kendilerini duysunlar diye. Arzu’nun haykırışıyla, kadının yalnızlığının, annenin yüzeyde şefkâtli görünen algısından dahi beslenebileceğini gösteriyor.

Romanda, kendi içine gömülmüş kadınların bu suskunluğu farklı ve son derece keyif veren bir anlatım tarzıyla derinleştiriliyor. Bir top beyaz güle benzeyen bulut, dağları açan dağları kapatan perde, karanlığın gözleri, demir kapı kolu, hatta bir sınıf kendini anlatıyor. Eşyaların, karanlığın ve sessizliğin şair şiarıyla konuşturulmasına tanık oluyoruz.

Pıt pıt pıt: Burdayım. Burdasın. Burdayım. Burdasın. Kalbinim senin. Yaşıyorsun.

Anlatılanların yoğunluğunda, okuyucuya roman boyunca yılgın olmayan, samimi ve sahici bir hüzün ile usul usul bir kalp gibi atan kavrayış eşlik ediyor. Bu duyarlılık bazen damıtılmış bir bilgeliğe varıp, tek bir cümlede kristalleşiyor.

Bir mezar kadar kesin, kar altındaki bir mezarlık kadar okunaksızdı anlam.

Kimi zaman Anadolu’nun bağrından çıkıp Zen’e kadar uzanabilecek Doğu bilgeliğinden süzülmüş satırlara tanık oluyoruz.

Verdiği bir yanıtı, yaşım kadar yıllar yaşadıktan sonra anlamamı bekleyecek kadar sabırlı bir kadındır benim annem. Ya da bazı şeylerin anlaşılmasının anlatmakla olmayacağını düşünür. Bir seferinde de, anlatmasının anlamama zarar vereceğini söylemişti.

Harfleri kımıdayan karanlık

Yazarın insan ruhuna olan inancı İpek ile Arzu’nun ilişkilerinde, asla tam olarak yaşanamayan aşklarında hepten ortaya çıkıyor. Gizli, bazen coşkulu ama genelde sessiz sedasız bir dansı andıran bu aşk, kasabanın ufunetinde tutkuyla savruluyor, ancak hep notalar arasındaki eslerde nefes alabiliyor. Sonunda da dönüşüp, suskuya evriliyor.

Handan’ın konuştuğu bölümler ise Uzunbay’ın şairliğinin, yazarlığının ve zengin duygu dünyasının zirve yaptığı yerler olarak ortaya çıkıyor. Bazı okuyuculara oldukça kapalı gelebilecek bu bölümlerde, dönüp dönüp tekrar okunacak satırlar armağan ediyor Uzunbay.

İnsan, defalarca yıkılıp toparlanan dünyanın en feci doğal afetidir belki de. Eksik bilmek bozmuş insanı.

Romanda, sevdiğine çok yakışacak bir elbise yazmak isteyen kadınların has aşkı yüzeye çıkıyor.

Sen o elbiseyi giy, sevin, sarıl, acımı, aşkımı ruhunda duy istiyorum.

Arzu ile Ömer, Handan ile Mürşit, İpek ile Arzu arasındaki ilişkilerde aşkı daha şiddetli yaşayan tarafın, karşısındakinin yargısının esiri olduğunu görüyoruz. Aşkın çoğu zaman bir esaret halini aldığını, aslında tamamlayıcı değil, tam tersi bölücü olduğunu hissediyoruz. Bu duygu, bir arayış ve nihayetinden bir yıkım süreci olarak belirip, çoğu zaman paylaşılan değil, içsel, yıpratıcı ve egoyu parçalayan bir deneyim olarak karşımıza çıkıyor. Aşkın, anneyle bebeğin ya da çocuğun arasındaki gibi ilksel türden olabileceğini de hatırlıyoruz. Öte yandan aşkla başlayan Gülendam-Hüseyin ilişkisinde Çıtak Hüseyinim’in, Çıtak Hüseyin’e, orada da sönmüş bir çıra gibi Çıtak’a dönüştüğüne tanıklık ediyoruz. Toplumsal rollerin dişlerinin sivrilip kadını iş gören, toplayan, susmaya zorlanan bir tuhaf yaratılışa çevirdiğini izliyoruz.

Yazar harfleri kımıldayan karanlıkta, olumlu çağrışımlar yapan kavramların karanlık yanlarını da gösteriyor.

Umut etmek ve güvenmek, bu güzel sözcükler, üstelik de yıllarca, hiç çaktırmadan koluma girip, düşeceğim derin çukura taşıdılar beni.

Uzunbay şiirden aşka, ikili ilişkilerden toplumsal rollere birçok konuda beylik laflara ve düşüncelere saplanmadan, nefes alır gibi yazıyor. Metin zorlukların, haksızlıkların, hastalıklı bir kadın-erkek ilişkisinin süregeldiği bir coğrafyada yazıldığı için, haliyle ciğerlere çekilen her nefes ferahlama getirmiyor. Yazarın kurgu oyunlarıyla şaşırtmaya ya da duygulara pervasızca saldırarak edebi güç devşirmeye teşne bir anlatı peşinde olmadığı, daha ilk satırlarda kendini açık ediyor. Derinliğini okuyucuya sezgilerle fark ettiren metni okudukça, duyularımızın açıldığını hissediyoruz. Kitapta Handan’ın aktardığı gibi, Guarani dilinde ‘ruh’ aynı zamanda ‘sözcük’ anlamına geliyormuş. Yokuş Aşağı Portakallar sözcüklerin gücünü bize yeniden hatırlatan, şair elinden çıkma büyük bir roman.