Batı’da Rönesans’la başlayıp Aydınlanma ile devam eden düşünsel gelişim ve Sanayi Devrimi’yle somutlaşan ekonomik dönüşüm yaşanırken medreseler bu dönüşümü ne kadar analiz edebilmiştir?

Harften mağdur olanlar
Fotoğraf: DepoPhotos

Nejla Doğan

AKP’li Mahir Ünal’ın “Cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hâsılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir» sözleri, “Bir gecede cahil kaldık” söyleminin siyaseten tekrar tekrar üretilmesinin bir örneği olarak yeniden gündemde. Bu söylemin bugünün politik ikliminde iki temel işlevi var. İlki, 1950’lerden bu yana hegemonik hale getirilmeye çalışılan karşıdevrimci sembollerden birinin kitle kültürüne yedirilmesi; ikincisi ise iktidarın siyasi varlığını üzerine inşa ettiği “mağdur” kimliğini canlı tutup, tahkim etmesi. Peki, Harf Devrimi’nden bir mağduriyet çıkar mı ya da gerçekten bir gecede cahil mi bırakıldık?


Aslında Ünal’ın “alfabemiz, dilimiz” dediği şey, saray/saltanat rejiminin yarattığı yapay bir dile, “düşünce setlerimiz” dediği şey ise; geniş halk kitleleri üzerinde kurulmuş yönetsel-sınıfsal tahakkümün kavram seti ve kültürel kodlarına işaret ediyor. Dolayısıyla bir “mağduriyet” öyküsü olarak öne sürülen bu politik söylem, Osmanlı’da ayrıcalıklı bir grubun ayrıcalıklarının ortadan kaldırılmasına hayıflanıyor. Diğer yandan eğitime, bilgiye erişemeyen milyonları göz ardı edip; gerçek anlamda bir dil bile olmayan Osmanlıcanın varlığı üzerinden kökleşen yüzyıllara yayılmış cehaleti önemsizleştiriyor.
Burada öncelikle Osmanlıcanın neden gerçek anlamda bir dil olmadığına bakalım. Dili, toplumun genelinde iletişim yöntemi olarak kullanılan konuşma formlarının bütünü olarak tanımlıyoruz. Oysa Osmanlıca, Anadolu toplumunun diline yaslanmak yerine, yönetsel ve dinsel elitin üst dili olarak ortaya çıkmış; saray ve medrese çevresinde gelişmiştir. Yazı dili olarak Arap alfabesini, konuşma dili olarak Arapça-Farsça-Türkçe karışımını içeren bu yapay dili, ancak iyi eğitim almış ayrıcalıklı kesimler öğrenebiliyordu. Bu haliyle halktan kopuk, aristokratik bir dildi. Dilin zor olması, basitçe okuryazar olmayı bile engelliyor; dile hâkim olmak, Arapça ve Farsça öğrenmeyi zorunlu kılıyordu. Bu nedenle alfabe değişikliği tartışmaları da bu temel problemler çerçevesinde şekillenmiştir.

Cumhuriyet öncesine uzanıyor

Osmanlı’da 1700’lerin sonlarından itibaren açılan modern okullara Latin alfabesi zorunlu olarak girmişti. Çünkü bilgi ve teknolojide gittikçe dışa bağımlı hale gelen Osmanlı, medreseler dışında kalan yeni eğitim kurumlarında Avrupa’dan gelen kaynak kitapları okutuyordu. Yine Batılı eserlerin çevirisinin yapıldığı Tercüme Odası, özellikle Tanzimat kuşağı aydınlarının Latin alfabesine aşinalığını artırmıştı. Bunların en önemli sonucu, Latin alfabesi ile Osmanlıcayı karşılaştırma olanağının ortaya çıkması oldu. Osmanlıcada okuryazar olmak uzun yıllar alırken, Latin harflerini öğrenmenin çok daha kolay olduğunun görülmesi, alfabe reformu tartışmalarının da önünü açtı.

1800’lerin başlarından itibaren yapılan tartışmalarda, kimileri Osmanlıca öğrenmenin kolaylaştırılması için harflerde ve imlada değişiklik yapılmasını önermiş; kimileri Osmanlıca ile Latin harflerinin bir süre birlikte kullanılmasını ve alfabe değişikliğinin zamana yayılmasını istemiştir. Kimileri ise bunların zaman kaybı olduğunu, eğitimi halka yaymak, bilim ve teknolojide ilerlemek ve ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmek için bir an önce okuryazarlığın artırılmasına ihtiyaç duyulduğunu, bunun için de doğrudan Latin alfabesine geçişin zorunlu olduğunu savunmuştur.

1800’lerin sonlarına kadar ciddi bir gündem yaratan bu tartışmalar, özellikle II. Meşrutiyet döneminde belli bir olgunluk aşamasına gelmiştir. Bu dönemdeki tartışmalar, sorunun sadece harf değişikliğinden ibaret olmadığı; daha önemli bir problemin, Osmanlıcanın halk nezdinde anlaşılmazlığı olduğu ve bu anlaşılmazlığın da kitlesel cehaleti beslediği üzerine odaklanmıştır. Dolayısıyla Osmanlıcanın tüm toplumun ortaklaştığı pratik bir konuşma diline dönüştürülmesinin olanaksızlığı üzerinde durulmuştur. Böylece halk diliyle arasında uçurumlar olan Osmanlıcanın, yazım ve konuşma dili olarak tümüyle terk edilmesi yaygın bir düşünceye dönüşmüştür.

II. Meşrutiyet dönemi aynı zamanda tüm yurttaşlar için kamusal zorunlu eğitimin kurumsal ve anayasal altyapısının tartışılmaya başlandığı dönemdir. Bu tartışmaların kilit noktasını da yine geniş kitlelerin en kısa zamanda nasıl okuryazar yapılacağı konusu oluşturmakta; eğitimde kullanılacak alfabe ve dil, temel sorunsallar olarak öne çıkmaktadır. Tüm bu tarihsel izlek üzerinden değerlendirildiğinde, 1928 Harf Devrimi, son yüzyıldaki bu tartışmaların nihai bir sonucu olarak ortaya çıkmış; yazı dili ile konuşma dili, halkın dili ile kültürel ve siyasal otoritelerin dili arasındaki farklılığı ortadan kaldırmayı amaçlamıştır.

Hangi hafıza yok edildi?

“Bir gecede cahil kaldık” söylemini tamamlayan önermelerden biri de “Hafızamız yok edildi” söylemi. Burada hafızadan kasıt, bilimsel ve kültürel üretim olsa gerek. O halde soralım; Osmanlı’da bilginin tekelini elinde tutan medreseler çağın ihtiyaçlarına ne kadar yanıt verebilmiştir? Örneğin Batı’da Rönesans’la başlayıp Aydınlanma ile devam eden düşünsel gelişim ve Sanayi Devrimi’yle somutlaşan ekonomik dönüşüm yaşanırken, medreseler bu dönüşümü ne kadar analiz edebilmiştir? Yanıt önemli; çünkü Batı’daki değişimin Osmanlı coğrafyasına kadar nüfuz etmesi karşısında çözüm üretecek temel kurum medreselerdi. Ancak ulema sınıfı, bu dönüşümü hem kendi varlığına hem de dinsel-geleneksel toplum yapısına karşı bir tehdit olarak görmüş ve uzak durulması gerektiğini düşünmüştür. Bu durum toplumun kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan dönüşüm sürecini de sekteye uğratmış; eğitim, teknoloji ve ekonomide Batı’ya karşı zincirleme bir bağımlılık ilişkisinin önünü açmıştır.

Diğer yandan medresenin dili, söylemi ve kültürel üretimi halkın çıkarlarına uzak, saraya ve sarayla bütünleşmiş gerici rejime yakındır ve tam da bu nedenle aydınlanmacı ve ilerici her türlü toplumsal hareketi koyu bir dogmatizm ile boğmaya çalışmıştır. Örneğin devletin tüm kurumlarıyla çökmüş olduğu 1919’da bile ulema, kız çocuklarının eğitiminin İslam’a aykırılığını tartışmakta, karma eğitime ise kesinlikle karşı çıkmaktadır. Meseleye buradan baktığımızda, toplumun geneli için kaybedilmiş “olumlu” bir hafızadan söz etmek pek de olanaklı görünmüyor.

Kültürel hafızanın önemli bir unsuru da elbette basılı eserlerdir. Niyazi Berkes’in ifadesiyle, 1800’lerin sonlarına gelindiğinde -ki matbaanın kurulmasının üzerinden en az yüz elli yıl geçmiştir- “Osmanlıca olarak basılmış kitaplar, bir duvardaki kitap rafını dolduramayacak kadar azdır.” Çünkü kitap basılabilse de basılan eserleri okuyabilecek bir okuryazar kitlesi mevcut değildir. Nitekim Cumhuriyet kurulduğunda 13 milyonluk ülke nüfusunun yüzde 10’u bile okuryazar değildir. Bu oran kadınlarda yüzde 2’ye kadar düşmekte, nüfusun yüzde 75’inin yaşadığı kırsalda ise yüzde 5’e kadar gerilemektedir. Oysa Harf Devrimi’nden sonraki ilk yedi yılda kadınlarda okuryazarlık oranı 6,5 puan, erkeklerde ise 16 puan artmıştır.

Dolayısıyla alfabe değişikliğinin bir mağduriyet yaratmaktan çok, toplumun genel yararı lehine bir mağduriyete son verdiği ve kitlesel bir aydınlanma kanalı açtığı oldukça açık. Eğitim ve kültür alanını halk kitlelerinin dışlandığı bir ayrıcalık alanı olmaktan çıkarıp, tabana yaymaya çalıştığı da çok açık. Hal böyleyken bu söylemi sürekli gündeme getirenler, elbette halkı değil, sırtını örgütlü cehalete yaslayan saray ideolojisini temsil edenlerdir.

harften-magdur-olanlar-1081670-1.