İki haftadır görüşemiyoruz. Kıta değiştirdim. Feleğim şaştı. Mazur görün. Yeni bir hayata başlamanın zorlukları bir yana, saat farkı da insanı çarpıyor.

İki haftadır görüşemiyoruz. Kıta değiştirdim. Feleğim şaştı. Mazur görün. Yeni bir hayata başlamanın zorlukları bir yana, saat farkı da insanı çarpıyor. Yeniden yazabilecek hale gelene kadar biraz zaman geçmesi gerekti.

Bir yerde yabancı olmak çok acayip bir duygu. İnsanı özgürleştirdiği gibi sersemletiyor da. Ben mesela bir kaç numara aptallaştım buraya gelince. Bedenim kıvraklığını yitirdi neredeyse. Her adımdan önce düşünmem gerekiyor. Bir tutukluk geldi üzerime.

Aslında tam yabancılık da değil bu. Daha çok paralel evrenlerin birinden ötekine sıçramış gibiyim. Yabancılık çekmesine çekiyorum, ama garip bir aşinalık da var. Her şey ‘tamam’ olmaya bir kala duruvermiş sanki. Eşyalar, dükkanlar, nesneler hem uzak hem yakın. Hepsi yüzlerini hatırlayıp da isimlerini bir türlü çıkaramadığınız uzak akrabalara benziyor.

Bu bana çocukken düşünmekten hoşlandığım bir şeyi hatırlatıyor. Geceleri yatağa girdiğimde, kendimi oyalamak için bir takım hikayeler uydururdum. Bunlardan biri her şeyin ters olduğu bir dünyayla ilgiliydi. Aynalara duyduğum büyülenmeyle karışık hayranlıktan çıkmıştı bu fikir. Sonraları ‘Alice Harikalar Diyarında’ ve ‘Aynadan İçeri’yi okuyuduğumda, başka birinin de aynı şeyi hayal etmiş olması çok hoşuma gitmişti.

Aynanın önünde saatlerce zaman geçirir, yüzümü cama yaklaştırıp uzaklaştırarak öteki taraftaki hayatın nasıl bir şey olacağını hayal ederdim. Her seferinde yeni bir detay ekler, öyküyü geliştirir büyütürdüm. Öyle bir dünya olacaktı ki, her şey ters tarafa açılacak, bir yere girmek istediğiniz zaman oradan çıkmanız gerekecekti. Ya da saçlarınızı örmek istediğiniz zaman açmanız, uykunuzu almak için uzun saatler uyanık kalmanız, doymak için de mümkünse bir şey yememeniz gerekiyordu. (Bu sonuncusu özellikle hoşuma gidiyordu.)

İşte şimdi o aynanın içinden geçmiş gibiyim. Sonunda her şeyin ters olduğu bu dünyaya ayak bastım. Gündüzleri uyuyor, geceleri oturuyorum. Eşyalarla mekanlar da bir garip. Kapılar normal kapı gibi görünüyor mesela. Ama hiç de öyle değiller. Hepsi dışarı doğru açılıyor. Ne zaman bir dükkana, lokantaya, kafeye falan girsem önce kapıya güzel bir kafa atıyorum. Öyle ki, şu aralar alnımdaki yumrulardan yola çıkarak sosyal hayatıma dair bir fikir edinmek mümkün.

Pencerelerin lafını bile etmeyeceğim. Elbette yukarıdan aşağıya kayarak kapanıyorlar. ‘Tristram Shandy’deki talihsiz sünnet sahnesini hatırlayanlar, giyotin pencerelerin ne kadar tehlikeli olabileceğini bilir. Hiç güven olmaz. Asla dokunmuyorum.

Bir de çamaşır makinaları var. Onlardan deli gibi korkuyorum. Fazla büyük, fazla gürültülü, fazla biçimsizler. Evin bodrumunda kocaman ağızlarını tavana çevirmiş yemek bekleyen yaratıklar gibi duruyorlar. Çamaşırları tepeden koyuyorsunuz. Sonra bırakıyorsunuz bir oraya bir buraya dönsünler. Bununla da bitmiyor: musluklar ters tarafa açılıyor, ışığı yakmak için de kapatmak için de lambanın düğmesini hep aynı yöne doğru çevirmeniz gerekiyor, ocağı kısınca açmış oluyorsunuz, buzdolabının kapısı bile yanlış tarafa doğru açılıyor.

Bazen kaybolduğumu düşünüyorum. Eve dönmek için ne yöne gitmem gerektiğinden emin değilim. Zaten caddeler, binalar, arabalar, hatta porsiyonlar bile o kadar büyük ki, bir süredir kendimi küçücük hissediyorum. Bana öyle geliyor ki, bir fındık kabuğunda bile yaşayabilirim.

Evim de fındık kabuğu kadar bir şey zaten. Pencereden dışarıya bakıyorum. Dev kızıl çamların gölgesinde arka bahçede çıt çıkmıyor. Etraf alabildiğine sessiz. Ama bana öyle geliyor ki, bir iki dakika sonra çalıların arkasındaki şu delikten bembeyaz bir tavşan çıkacak ve telaşla sağına soluna baktıktan sonra söylenerek yokuş aşağı koşmaya başlayacak.

Burada her şey tersine ilerlediğine göre, ne yapmam gerektiğini biliyorum. Eve dönmek zamanı geldiğinde o tavşanı takip edeceğim.