Ercan Y. Yılmaz Ağaç hep buradaydı, biz sonradan geldik. Elimde kızılcık dalı. Gökyüzünde henüz yükselememiş güneş, birkaç serçe vardı. Serçeler çok durmadı. Önümüzde otuz kadar büyükbaş, sürünün gerisinde karabaş. Hasan karabaşın da gerisinde. Yavaş yürüyor. Ben önde o arkada sürüyü otlağa getirdik. Ben çocuk o yarım akıllı. Hayvanları otlatma sırası bizdeydi. Çoban köyü bırakıp gidince […]

Hasan kelebeklerden hafif

Ercan Y. Yılmaz

Ağaç hep buradaydı, biz sonradan geldik. Elimde kızılcık dalı. Gökyüzünde henüz yükselememiş güneş, birkaç serçe vardı. Serçeler çok durmadı. Önümüzde otuz kadar büyükbaş, sürünün gerisinde karabaş. Hasan karabaşın da gerisinde. Yavaş yürüyor. Ben önde o arkada sürüyü otlağa getirdik. Ben çocuk o yarım akıllı. Hayvanları otlatma sırası bizdeydi. Çoban köyü bırakıp gidince sıraya bağlandı işi.

Kocaman boşlukta tek ağaç. O hep buradaydı. Biz yeni geldik. Cılız akan çay boyunca sürünün dudakları suya değdi. Eğilip elime aldım suyu, yüzüme çaldım. Kafamı ıslattım. Hasan da bunu yaptı. Suvarmadan sonra sürü alışık olduğu gölgeye yerleşti. Yol yordu. Sırtımı ağaca verdim. Ağacın iki kişinin rahat oturacağı kovuğu vardı. Kapkara bir oyuk. Hikâyesini biliyorum diye mi uzun bakmaya korkuyorum.

Elimdeki kızılcık dalını toprağa sürüyorum. Toz kalkıyor, çakıllar sağa sola saçılıyor. Arada buzağılar çifteleriyle tepişiyorlar. Uzaklaşmaya niyetleri yok ama Hasan yine de taş fırlatıyor önlerine. Yetinmiyor, bağırıyor. Sahiplerinin isimleriyle çağırıyor onları. Ben bizimkini zor seçiyorum aralarından, “Hasan sen ne ara öğrendin hepsini?” Yüzünde her duruma hazır gülümsemesi var. Alnı akıtmalı buzağıya “Sabri” diye sesleniyor, “Sabri bir dahaki taş kafana gelecek!” Buzağı annesinin yanına dönüyor. Hasan benekli olana sesleniyor, “Sen eşek olarak doğmalıydın Recep!” Beneklinin kafası suya iniyor. Bu, Hasan’ı sinirlendiriyor. Eline büyükçe bir taş alıyor. Suya fırlatıyor. Benekli irkiliyor. Sürünün yanına dönüyor.

Güneş gökyüzünün ortasını bulunca azığımızı açıyorum. Ekmek, domates, peynir, biraz da üzüm. Yiyoruz beraber. Sürü de acıkmış, otluyor. Matarayı ağacın kovuğundan alıyorum. Simsiyah. Uzun bakmamaya çalışıyorum kovuğa. Aynı tastan içiyoruz. Su bitiyor. Kaynaktan su doldurmak için kalkıyorum. Hasan babamın adıyla sesleniyor ineğimize. Taşı gösteriyor. Kaynakta su soğuk ve berrak. Çakıllar arasından kırmızı taşı alıyorum. Uzun bakıyorum. Beyaz damarları var. Havaya atıp tutuyorum birkaç kez. Elimden düşüyor. Su berrak, taş parlak. Avucumdan içiyorum suyu. Matarayı dolduruyorum. Ağacın tepesi buradan bulut gibi gözüküyor. Kocaman kütük üzerinde rahat bir bulut. Kıtlığımızın sebebi bu, diyerek ağacı yakmaya çalışanları düşünüyorum. Alevlerden kaçışan kuşlar, böcekler, sürüngenler.

Babaannemin dedesinin çocuk olduğu yıllar. Dedesi anlatmış ona, o da bize. Kuraklılık kıtlığı doğurmuş, kıtlık açlığı, açlık çaresizliği. Çaresizlik sonunda cahile kılık olmuş. Her şey kuruyup giderken bu ağaç neden yeşil demiş biri. Rızkımızın başında otuyor, demiş beriki. Çayı da kuruttu kendi hâlâ yeşil, demiş öbürü. Yakalım, demiş iki kardeş birden. Çalı çırpı toplamışlar. Seslerle kuşlar kaçmış, dumanla böcekler, alevlerle ağacın semenderleri. Ağaç içten yanmış, içi oyulmuş. Ateş ağacın içinde boğulmuş ve sönmüş. Denemişler tekrar, yanmamış. Ne ettilerse daha da tutuşmamış. Köye dönmüşler. Ama bu, dert olmuş iki kardeşe, inada tutuşmuşlar. Baltayla dönmüşler. Gövde kaskatı. Baltayı betona vurmak gibi. Bir iki sekmiş balta. Onlar da dallarını tek tek indirmişler. Gümrah ağacın sadece gövdesi kalmış. Bir tarafı derin ve kapkara oyuk. Dalları harman yerine sürükleyip orada yakmışlar. İki kardeş sabahı görememiş. Yüzleri kapkara, gözlerinin bir kısmı dışarıya taşmış durumda, dilleri ağızlarında şişmiş. Sabah erkenden gömmüşler. Mezarlıkta sessizlik var ama herkes ağaçtan biliyormuş ölümleri. Pişmanlık ve sessizlik içinde evlere dönmüşler. Yol üstünde ağaçların önünden geçerken boyunlarını bükmüşler. Sonra yağmur yağmış. Karıklar ve kuyular suyuna kavuşmuş. Toprak yeşermiş, yüzler tekrar gülmüş. Ölen ölmüş, ölen toprak olmuş. Ağaç yeni dallarını salmış. Babaannem, Efsunludur o ağaç, derdi. Ona da dedesi anlatmış.

Dönüyorum. Matarayı kovuğa bırakıyorum. Hasan hayvanlara sahiplerini şikâyet ediyor. En çok babasını çekiştiriyor. Babasının cimriliğini, huysuzluğunu anlatıyor kara ineğine, “O ölsün seni kurban edeceğim” diyor. Sıra bizimkine geliyor, beni ona şikâyet ediyor. Şikâyetler yerini nasihatlere bırakıyor. Muhtarın ineğine muhtarlığın nasıl yapılması gerektiğini, bakkalın düvesine borçları şişirme yollarını anlatıyor.

Hepsine anlatacak bir şeyler buluyor, birine vicdanı öbürüne kavgayı. Komşununkine ise aşkı anlatıyor. Onunla konuşunca sesi yumuşuyor. Hasan o an kelebeklerden hafif. İçini yakıyor bu hafiflik. Su istiyor. Matarayı kovuktan alıyorum. Uzun bakmamaya çalışıyorum, uzun bakarsam orada bir şey göreceğimi düşünüyorum, korkuyorum. Hasan fark ediyor tedirginliğimi. Doğru değil, diyor. Ne, diyorum. Kafasını kara oyuğa doğru çeviriyor, “Hikâye”, diyor.