Çocuğunun öğretmencilik oynadığını anlayan Neyire Hanım’ın yüzündeki gülümseme yıllar sonra tüm ülke çocuklarına yayılacaktır. Hasan, büyüdüğünde halkını bilgisizliğin karanlığından kurtaracak nice öğretmenlerin yetiştiği, Köy Enstitüleri’ni kurar.

Hasan Âli Yücel’in hikâyesi

SUNAY AKIN

Neyire Hanım evinin penceresinden bahçede bir köşede tek başına oynayan oğlu Hasan’a bakarken hüzünlüdür. Anneyi üzen, çocuğun hiç konuşmaması ağzını açıp tek kelime dahi söylememesidir. Bir komşusu Neyire hanıma çocuğunun padişahın yemeklerinden kalan artıkları yerse dilinin çözüleceğini, bülbül gibi şakıyacağını söyler. Oğlunun suskunluğuna bir çare bulamayan zavallı kadın bir de bu yolu denemeye karar verir ama Saray’a nasıl ulaşacaktır? Anne yüreğinin karşısında aşılmadık dağ olmaz, olamaz. Neyire hanım sonunda bir tanıdığı sayesinde Saray’a ulaşmayı başarır. Sofraya oturmuş, akşam yemeğini yemekte olan Padişah 2. Abdülhamid’in yanına gelen bir görevli eğilerek Neyire hanımın isteğini fısıldar kulağına. “Olmaz böyle şey” diyerek çıkışır Abdülhamid. “Ama efendim!” der görevli. Yemeğinizden artakalanı bekleyen çocuk Ertuğrul Fırkateyni’nin Kaptanı Ali Bey’in torunu.

Ertuğrul Fırkateyni’nin Kaptanı Ali Bey... İmparator Meiji’nin İstanbul’a gönderdiği karşılık olarak Japonya’ya bir deniz seferi düzenlemesine karar verilir. Bu amaçla görevlendirilen Ertuğrul Haliçte 11 yıl bir dubaya bağlı olan dibi midye bağlamış hurda bir gemidir. O yıllarda donanmamızın elinde onca yolun kömürünü alacak para olmadığından hem küçük bir kazanı bulunan hem de yelken donanımı olan Ertuğrul tercih edilir. Ertuğrul Fırkateyni, Haliç Tersanesi’nde yapılmış olup okyanusa yelken açacak ilk gemimiz olacaktır. Saray’ın armağanlarını Japonya’ya götürmek üzere yola çıkan Kaptan Ali Bey ve denizcilerimiz bir yaz günü Kız Kulesi’nden top atışlarıyla uğurlanır geride el sallayan İstanbulluları bırakarak... Ertuğrul, o dönemde bir geminin 3 ayda alması gereken yolu neredeyse 1 yılda tamamlar ve Japonya’nın Yokohama Limanı’na ulaşmayı başarır. 2. Abdülhamid’in armağanlarının Japon İmparatoru Meiji’ye sunulmasının ardından geri dönüş yolculuğunun hazırlıklarına başlanır ancak Japonlar’dan kötü bir haber alınır. Önlerindeki 2 ay fırtına mevsimidir. Bu 2 ay içinde bir balıkçı sandalını bile bırakmazlar okyanusa. Kaptan Ali Bey, elindeki bir miktar parayla geri dönüş yolculuğunda uğradığı limanlardan alacağı yiyeceklerin İstanbul’a ucu ucuna yeteceğini çok iyi bilmektedir. 2 ay Japonya’da tayfun mevsiminin durmasını beklemek demek açık denizde seferde 2 ay aç kalmak anlamına gelir. İlk kez açıldığımız okyanus ülkelerinde dilenci konumuna düşmeyi onuruna yediremeyen Kaptan Ali Bey yarından tezi yok geri dönüş yolculuğunun hazırlıklarına başlanmasını emreder.

16 Eylül 1890 gününün gecesinde Oshima Adası’ndaki Kaşinozaki Feneri’nin bekçileri kayalıkları döven dev dalgaların ve rüzgarın sesinden dolayı kapının çalınışını uzun süre duyamazlar. Karşılarında kolları bacakları kesik içinde, bitkin kendilerine korku dolu gözlerle bakan bir avuç insan gören Japonlar az ötede bir geminin battığını anlarlar ama yaralı denizcilerin hangi dilde konuştuklarını çözemezler. Yere bayraklarla kurulan tümcelerden anlaşılır ki batan bir Türk gemisidir. 69 denizcimiz kıyıya yüzerek kurtulmayı başarır. 500’ü aşkın denizcimiz ne yazık ki hayatını kaybeder. Ertuğrul’un battığı ve ölenlerin arasında kocası Kaptan Ali Bey’in de olduğunu öğrenen Ayşe Hanım başucunda kızı Neyire, kucağında ikizleriyle lohusa yatağındadır. Kaptan Ali Bey’in karısı Ayşe Hanım’ın tüm umudu kızı Neyire’nin oğlu Hasan’dadır. Hasan’ın okuyacağı ve yüzünü güldüreceği inancını hiçbir zaman kaybetmez. Bir de Ali Kaptan’ın Japonya seferi sırasında Ertuğrul’un uğradığı 32 limandan aksatmadan gönderdiği aşk mektuplarına gözünün içi gibi bakar. Geceleri el ayak çekildiğinde açar ve öpe koklaya okur o mektupları... Ne var ki Hasan’ın konuşmaması anneannesi Ayşe Hanım’ın ve annesi Neyire’nin yüreğini dağlamaktadır. Abdülhamid deseninde çiçek açmış kiraz ağacı ve okyanus dalgaları olan porselen tabağı elinin tersiyle iterken, kendi kendine söylenmektedir. Demek, yemeğimin artığını yerse konuşacağına inanılan çocuk Kaptan Ali Bey’in torunu. İnanmam böyle safsatalara. Ama pekala... Alın, götürün.

Neyire Hanım, padişahın yemeğinden arta kalanları bir umutla yedirir oğluna ama Hasan yine konuşmaz. Sonra bir gün aniden dili çözülür Hasan’ın. Sözcükler, bir şelalenin suyu gibi dökülmeye başlar ağzından. Ne var ki, bu kez bambaşka bir sorun çıkar ortaya. Hasan, her gün evdeki terlikleri toplayıp odasına kapanmaktadır. Kapı deliğinden odayı gözetleyen Neyire Hanım, oğlunun yere dizdiği terliklerin karşısına geçip onlarla konuştuğunu görür. “Eyvah!” der. Oğlum bu kez de aklını kaçırdı. Ama kulağını kapıya iyice dayayıp çocuğun konuştuklarını dinlediğinde sözlerinin son derece bilgi dolu olduğunu duyar. Hasan, dayısı Rauf’a ders vermek için eve gelen öğretmeni dinlemekte ve onun sözlerini ezberleyerek terliklere tekrar etmektedir. Çocuğunun öğretmencilik oynadığını anlayan Neyire Hanım’ın yüzündeki gülümseme yıllar sonra tüm ülke çocuklarına yayılacaktır. Hasan, büyüdüğünde halkını bilgisizliğin karanlığından kurtaracak nice öğretmenlerin yetiştiği, Köy Enstitüleri’ni kurar. Bununla da kalmaz. Bilgiye ulaşmak isteyen öğrencilere köprü olacak ilk Türkçe ansiklopediyi hazırlatır. Dünya edebiyatının ünlü klasiklerini Türkçeye çevirterek kitabın ışığını halkına taşır. Ülkesinde, Ankara Devlet Konservatuarı gibi nice eğitim kurumunu açarken dünyada da UNESCO’nun kuruluşuna imza atacaktır.

Ertuğrul Fırkateyni’nin Kaptanı Ali Bey’in torunu Hasan Cumhuriyet Dönemi’nin unutulmaz Milli Eğitim Bakanı Öğretmen Hasan Ali Yücel’dir. Hasan Ali Yücel, büyük bir cesaretle, yılmadan zorlukların üstüne giden dedesinden miras aldığı yelkenleri yıllar sonra bilginin rüzgarına açacaktır.

* “Aslanlı Yol”dan bir öykü