17 Aralık’tan sonra, birçoğumuz Türkiye’nin büyük bir depremle sarsıldığını, kaotik bir ortama girildiğini düşünüyorduk

17 Aralık’tan sonra, birçoğumuz Türkiye’nin büyük bir depremle sarsıldığını, kaotik bir ortama girildiğini düşünüyorduk. Meğer öyle değilmiş! Toplumun yaklaşık yarısı, ortada endişe edilecek bir durum görmemiş! Yolsuzluk iddiaları gibi hukuk devletinin ortadan kalkması, medyaya ve özgürlüklere müdahale edilmesi gibi kaygıların da pek anlamı yokmuş! Zaten seçim bitti, yolsuzluklardan söz eden de kalmadı. Meclis’e verilen fezlekeler var ama onlardan da bir şey çıkacağını bekleyen yoktur herhalde!
Bu arada bir parantez: Bilal Erdoğan’ın kurucusu olduğu Türgev’e, yurtiçinden 29 milyon TL, yurtdışından 100 milyon dolar bağış  ve yardım yapıldığı açıklandı. Herhalde toplumun en az yarısı “maşallah, ne bereketli vakıfmış” diyordur. Bu bereketten kısmetine bir şey düşmesini bekleyen var mıdır; onu bilemem!
AKP ve Erdoğan’ın seçim başarısının arkasında yer alan veya bu yolsuzluklarla hukuksuzlukların önemsenmesini perdeleyen birçok faktör sayılıp dökülüyor. Bunlar arasında, ayakkabı kutularındaki paralardan pek söz eden yok ama benden hatırlatması, oylar arasına pekâlâ sızmış olabilirler! Yurdum insanı, yoksulluktan kurtulacak yol bulamadığından, milyarlardan damlayan sadakaları “hayır” niyetine kabul etmekte. Onları anlıyorum, hayır dualarını eksik etmediklerini de biliyorum. Ama, milyarlarca doları bulan yolsuzlukların ve rüşvetin, bunları örtbas etmeye yönelik hukuksuzlukların toplumda yol açtığı “bozulmayı” ne yapacağımı bilemiyorum! Bu toplumda,  artık “hak, hak etmek, hakkını almak” gibi ahlaki değerlerin yaşaması ne kadar mümkündür; düşünmek lazım!
Çok acı ama, hakla, hukukla, hukuk devletiyle başı hoş olmayan ya da uzlaşamayan bir iktidar var karşımızda demek abartı olmaz. Meclis’teki çoğunluğuyla istediği hukuku yaratma gücü var ve bunu dilediğince kullanıyor; yetmiyor,  HSYK gibi kurumlar aracılığıyla yargıyı etkileme gücünü de istiyor. Buna karşın, hâlâ hukukla barışamamakta. Gördüğümüz gibi, Referandumda Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını ne kadar demokrat olduklarını göstermek üzere sundular; şimdi twitter’ın açılması gibi hoşa gitmeyen bir karar karşısında  AYM kararına“saygı” duyulmadığı gibi, “gayri milli” olarak ilan etmekten de çekinilmemekte.
Aslında, demokrasi, hak ve özgürlükler, ya da hukuk devleti açısından çağdaş gelişmeler değil, Erdoğan’ın kafasındaki topluma göre uyarlanmış “milli” versiyonları kabul etmemiz isteniyor bizden; yani gayri milli olan, şu veya bu karar değil,  hukuk devletini oluşturan tüm çağdaş hukuk ilkeleri!  Peki, demokrasinin bu kadar içinin boşaldığı, hukukun bu kadar “tepelendiği“,  güvenin bu kadar yerlerde süründüğü bir toplum nereye gider? En az  90 yıldır demokrasinin, özgürlüklerin hukuk devletin de filizlenip yeşermesini beklerken, bu yaşadıklarımızla kaç yılımız güme gitmekte?
Bir de, seçim sonuçlarına göre birbirinden iyice ayrışan ve kutuplaşan toplum gerçeği var ki, ayrı bir dert! Günlerdir Ümit Kırımlı’nın yazdıklarına atıfla medyada “üç Türkiye gerçeğinden” ve bu toplumun birlikte yaşama iradesinin kalmadığından söz ediliyor. Aslında Yılmaz Esmer’in yaptığı değerler araştırması gibi araştırmalar da,  Anadolu’nun büyük bölümü ile Batı’daki kıyı kentlerde yaşayanların ve Kürtlerin farklı değerleri, farklı öncelik ve seçimleri olduğunu ortaya koymuştu.  Seçim sonuçları bunun netleşmesi oldu denilebilir. Buradan “birlikte yaşama iradesinin kalmadığına” gelinip gelinmeyeceği meselesi, kuşkusuz tartışmalı bir konu. Ancak, Erdoğan ve AKP iktidarının bu ayrışmada payı büyük olduğu gibi, seçim sonrasındaki mesajlar da ayrışmayı pekiştirici yönde olduğundan öyle bir yana bırakılacak gibi değil.
Bir parantez daha: Sırrı Süreyya Önder, seçimlerden seçmenin “özerklik” istediği sonucunu çıkararak, yalnız BDP için değil, tüm Türkiye’nin barış içinde yaşayabilmesi için özerkliğin kaçınılmaz olduğunu söylemekte. Bu yorumun kimilerine aykırı, kimilerine fantastik geleceği muhakkak; ancak bu ayrışma sürdükçe bu konunun önümüzdeki dönemde daha fazla tartışmaya açılmasını beklemek de şaşırtıcı olmaz.
Gerçekten asıl soru, buralardan nereye gidileceği! Gerçi şimdi hemen herkes bu tür soru ve kaygıları bırakmış, önümüzdeki iki seçimle ilgili hesapların peşine düşmüş durumda. Oysa geleceği asıl belirleyecek olan, hangi makama kimin geldiğinden çok, yukarıda değinilen soru ve kaygılara verilecek cevaplarda saklı.
Daha aydınlık bir gelecek  için demokrasi, haklar ve özgürlükler, hukuk devleti, çoğulculuk ve farklılık, yerel yönetimlerin özerkleşmesi gibi birçok konuda hem kendini aşabilen hem birbiriyle uzlaşabilen güçlü bir muhalefete ihtiyaç var. Ne yazık ki, böyle bir muhalefet ufukta görünmüyor. Örneğin CHP cephesinde böyle bir dönüşümü hayal etmek bile zor. Ulusalcılık, muhafazakârlık, Cemaat’le yakınlaşmak yerine yapması gereken, -bunların fazla bir şey sağlamadıkları da ayrı- yoksulluk ve yolsuzluğun, barış ve demokrasinin, hukuk devleti ve adaletin, ekonomi politikaları ve toplumsal refahın birbirine ne kadar bağlı olduğunu topluma anlatabilmekti; yapamadılar. Bunu yapamadıkça da, sosyal demokrat düşünceye bir kanal açılması şöyle dursun, bir tıkaç olmaktan öteye gitmeleri zor.