Sür Pulluğunu Ölülerin Mezarları Üzerine’de Tokarczuk, okuyucuyu sadelik ve basitlik içinde fark ettirmeden içsel bir hesaplaşmaya sürüklerken, bugüne kadar herkesin bildiği ve kendi içinde sınırlarını çizdiği kavramların farklı yönlerini irdeliyor

Hasarlı Venüs

SEDA SEVİNÇ

kaplan! kaplan! gecenin ormanında
ışıl ışıl yanan parlak yalaza
hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
kurabildi o korkunç simetrini?
hangi uzak derinlerde, göklerde
yandı senin ateşin gözlerinde?

William Blake, Kaplan Kaplan

Olga Tokarczuk, Türkçede daha önce farklı yayınevlerinden yayımlanan Gündüzün Evi Gecenin Evi, Aç Gözünü Artık Yaşamıyorsun ve Koşucular kitaplarının ardından, Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde ile bu kez Timaş etiketiyle raflarda yerini alıyor.

Aynı yıl içerisinde edebiyat dünyasının en prestijli iki ödülü olan Man Booker ve Nobel edebiyat ödüllerinin sahibi olan Olga Tokarczuk, ülkesi Polonya’nın edebî starı olduktan sonra dünyaya açılmanın heyecanını yaşarken, okuyucusuna da büyük bir özenle örülmüş hikâyelerinde, iyiliğin, kötülüğün, özgürlüğün ve acının tanımlarını bambaşka açılardan tekrar tekrar keşfetmenin keyfini ve şaşkınlığını yaşatıyor. Yazarın sunduğu her yapıtla beraber farklı bir anlatım tarzı benimseyerek “başka olanı” görmeye sevk etmesi, bunu yaparken de mümkün olduğunca yalın bir anlatım kullanması, okuyucunun gözünde edebiyatını besleyip büyütüyor. Sür Pulluğunu Ölülerin Mezarları Üzerine’de Tokarczuk, okuyucuyu sadelik ve basitlik içinde fark ettirmeden içsel bir hesaplaşmaya sürüklerken, bugüne kadar herkesin bildiği ve kendi içinde sınırlarını çizdiği kavramların farklı yönlerini irdeliyor. Yazar doğa, insan, hayvan, vahşi yaşam, benlik, adalet, suç ve öfke gibi konuları ele alırken, İngiliz edebiyatının unutulmaz ve şahsına münhasır kişiliği William Blake ile kol kola yürüyor. Kurgu boyunca katilin kim olduğunu bulmamız adına ipuçlarını önümüze usulca koyarken, bize yaşadığımız doğanın, yani bu dünyanın kimliğini de büyük bir sır verircesine kulağımıza fısıldıyor.

KEYİFLİ BİR POLİSİYE

Kimi zaman telefonların sinyal alamadığı, alsa bile komşu Çekya’yla hatların karıştığı, çoğunlukla kötü hava ve arazi koşullarının hüküm sürdüğü Polonya’nın uzak bir köyünde geçen bu bir yanıyla polisiye kurgu -her iyi polisiye gibi okuyucuya katilin kim olduğunu çözmenin hiçbir önemi ve acelesi yokmuş hissini vererek eseri keyifle, tadına vararak okumanın da anahtarını uzatıyor.

Kendi adından haz etmediği yetmiyormuş gibi, insanların da resmî adlarıyla çağrılmasından hiç hoşlanmayan Janina’ya göre insan nasıl görünüyorsa ya da karşısındakinde nasıl bir his uyandırıyorsa ona göre adlandırılmalıydı. Ne kadar insan tanıyorsak o kadar çok adımız olurdu, böylece unutulmazdık; çünkü karşılaştığımız her bir insan için yek olurduk. İsim hafızası diye bir olgu yaratılmamış olurdu belki de; alelade anlamlarımızı depolamak için kullandığımız. Janina, kendince herkese bir isim takar, ancak kendine başkasının gözünden bakmaz hiç. Bu sebeple resmî adından başka bir adı yoktur. Kendisini nasıl gördüğünü de söylemez Janina -hatta bilmez de gerçekten kim olduğunu- okuyucuya bırakır bunu bir nevi, zira okuyucuya göre bir sürü şeydir o; astrolog, öğretmen, mühendis, adalet savaşçısı, küçük kızlarının annesi, özgür, yalnız, arkadaş, çevirmen, bekçi, kaçık, takıntılı… Kendi hakkında bildiği tek şey, ölüm tarihidir.

KÖTÜLÜĞÜ DURDURMAK

Hikâye boyunca Janina’nın farklı kişiliklerinin ve tanımlarının peşinden giderek katilin kim olduğunu öğrenmeye çalışıyoruz ve hikâyenin sonunda Janina’nın başından beri bir türlü göremediğimiz başka bir sıfatını daha keşfediyoruz, ancak bu keşif de okuyucunun olayları ne taraftan ele aldığıyla hayli ilintili; zira ethosun sizi nereye götüreceği hiç belli olmaz.hasarli-venus-708981-1.

Janina’ya göre kötü olanı keşfettiğimiz, kötülüğü durdurmanın kendi içimizde yollarını aradığımız, kimi zaman bulduğumuz kimi zaman da çözüm noktasında duvara tosladığımız bu örgüde, kavramları birbirine harmanlayıp yıldız haritalarının yardımıyla cevaplara erişmek istiyor ve en sonunda da sekizinci evi yöneten gezegenin önemini kavrıyoruz. Plüton ve onun hasarlı Venüs’ü yüzünden hikâyenin geldiği noktayı bir kez daha sorguluyoruz.

“Her yerde kötülüğü durdurmak için neden kimse müdahale etmez? Benim kuruluşlara yazdığım mektuplara mı benziyor? Cevap vermeleri gerekir, ama vermezler. Bu tür bir müdahaleyi ikna edici bir şekilde yeterli derecede talep etmiyor muyuz? İnsan hiç rahatsızlık vermeyen önemsiz şeylere tahammül edebilir, ancak mantıksız şeylere edemez. Bu gayet basit -şayet diğer insanlar mutlu iseler, biz de mutlu oluruz. Dünyadaki en basit denklem bu. (…) Dünyayı kötülük yarattıysa, iyilik de yok etmeliydi.”

Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde ile etik anlayışımızı sorgulayacak, yalın anlatımının yardımıyla bu ağır sorgulamalarımızın yükü hafifleyecek, bir çırpıda edebiyatın keyfine varacağız. Üstelik yazarın tarzıyla dilimizi ustaca birleştirmiş Neşe Taluy Yüce’nin çevirisiyle.