1934’te Çaxperi’de doğdu, 1938’de sürgüne Adapazarı’na gitti. Yolda, babasının, annesinin, ninesinin ezgilerini dinledi. Kara vagonda, tahta vapurda, geceler ve gündüzler boyu süren bu yolculukta, en çok çocuklar korkmuştur.

Sarısaltık Ocağı’nda, bir öğleden sonra, ol kanlı günden kurtulmuşlardı. Ve bilirlerdi ki, eğer bir halk -küçüğü büyüğüyle- olmuşsa bir sıra zalimlerin hedefi, wesselam piri, dedesi, bawası, mürşidi, seyidi hedeftir, hepisinden evveli. Ama bu, onun ilk sürgünü değildi. O daha doğmadan, sayıya gelmez nesil evvel, Horasan ellerinden Munzur Dağı’na gelmişlerdi. O sürgünün uzun, tozlu, karlı anıları, o doğmadan evveli alnına mührünü işlemişti. Ne de olsa Mevlanın kuluydu.

1938’den evveli, geçen yüzyıldan da önce, Osmanlı hanedanı hâlâ Avrupa’ye elde tutarken, ataları bu defa Balkan yollarını tutmuşlardı. Dedeydiler, mahkeme yok iken, hukuk mektebinin taşı bile dikilmemişken, cem meydanında halka açık mahkeme kurmuşlardı, hem ellerinde bir jandarma bile yokken, işte bu ilden sürgünden başlarını kaldırmadılar.

Şıx Hasanlılar’dandılar, Malatya’dan kalkmışlardı Kalan mıntıkasına. Geç bir buluşmaydı, mecbur ve sevgiyle yoğrulmuş bir kavuşma: Kırklar Nazargahı, Munzur, Sarısaltık, Ağuçan, Üryan Xızır, Düzgün Bawa, Dewres Cemal, Bawa Mansur beklerdi yolları ki, her tepesinden Dersim kalesinin görünürler.

Bu geçen yüzyılda, yarım kalmış bir felaketten çıkınca, aldı üç telli sazı eline; arı misali diyar diyar dolaştı. Aşık Daimi’den Davut Sulari’ye, ondan Mahsuni’ye, dönemin en büyük halk ozanlarıyla hasbihal etti. Halk aşığı oldu.

Ama öte taraftan, Horasan’dan Malatya’ya, Balkanlar’dan Munzur Baba’ya dolaşmış uzak atalarının, sürgün yolculuğunda sessiz bir vagon içinde babasının kulağına fısıldadığı seslerle ve eski zaman nasihatleri eşliğinde -ve hiç görülmemiş bir alçakgönüllülükle içinde- irşad ve hast faaliyetlerine de başlamıştı. Terk-i dünya lezzetini İbrahim Ethem bilirdi, O da öğrendi. Pir oldu, Hacı Bektaş’a köçek, Resul-u Ekrem’e tac oldu.

Yüzlerce deyiş, beste, söz, ses yazdı, Osmanlıcadan Türkçeye, Kırmancçadan kuş diline, her dilde nasihatler, sabırlar, akıllar verdi ki, yetmiş iki dil ondandır. Cemine katılan bir daha hiç iflah olmadı, sazının telinden çıkan ve sanki inleyen o ses, halka içinde toplanmış umutsuzlarda zuhur eden o güven duygusu ve o hesapsız sevgi seli, benzersizdi.

Hasbahçe’nin Gülü idi; ama O, Saray’da değil, uçsuz bucaksız dağ geçitlerinde, buzlu dağ doruklarında, tozlu bitmeyen yollarda, Horasan’da başlayan Munzur eteğinde biten bir yolculukta açmıştı. Çünkü O, Saltuk Babaydı, Ahmet Yurt Dedeydi, şu küçücük, şu kocaman kainatın iptidasıydı.