Neyse ki Trump seçildi de kendimizi ‘avutacak’ bir gerekçe bulabildik.


Baksanıza karanlık sadece ülkeye ve bölgeye değil tüm gezegene çökmeye başladı. Hani derler ya “sadece bizde böyle değil dünyada da böyle” diye, öyle işte… Kötülerin daha kötü, iyilerin daha iyi olmaya mecbur olduğu bir çağdayız.

Her şerde bir hayır varsa, öyleyse, bundan böyle sansürü aşabilme taktiği olarak söyleyeceğimiz her şeyi Trump için sıralayacağız ve öbür adrese gittiğini bileceğiz!

Trump zaferiyle, küresel müesses nizamdaki mücadele de ters köşe olanlar ile dört köşe olanlar arasında devam ediyor. Demek ki neymiş, sadece Türkiye’de değil dünyada da her şey olunabilir ama rezil olunamazmış. ABD’nin başında şu anda rezil, yalancı, dolandırıcı, tecavüzcü birisi var, daha ne olsun. İyi de bugüne dek hep nezihler mi başa geçiyordu ki, Berlusconi, Sarkozy ve ‘filan’ neydi ki… Diyebilirsiniz ve demelisiniz.

Bizimkiler yan masada pişpirik oynarken, küresel güçler savaşı masasında bir nevi satranç oyunu devam ediyor. Aslında Trump da bir taş. Oyun kurucu değil. ABD’de şah taşı değişti o kadar. Oyun devam ediyor. Mesela Ortadoğu’da oyun kurucuların ABD ve Rusya ‘sistemleri’ olduğu biliniyor. Satranç tahtasında illa piyon sayılman şart değil. Fil veya kale veya hatta vezir olabilirsin ama bu rezil olmanı engellemez, evet piyondan güçlü olabilirsin, hareket kabiliyetin fazla olabilir ama nihayetinde Kürt veya Türk olarak tahtadaki bir taşsındır. Oyun kurucularından birinin kazanması veya anlaşmalı pat uğruna Rusya veya ABD hamlesiyle tahtanın orasından burasına gidip gelirsin. Benzer durum memleket siyaset masasında da geçerli değil mi? Oyun kurucu olmadığın sürece, itibarlı bir taş, ana muhalefet veziri olsan ne yazar!

Asıl mesele demek ki satranç tahtasında itibarlı bir taş olmayı da reddetmekte, masaya bir tekme atıp o oyunu bozmakta. Devrimciler oyun bozandır. Halkların masaya tekmeyi attığı tarihsel anların habercileridir. İşte bu yüzden oyun kurucu olmadığı sürece bir satranç masasında devrimcilerin başarılı sayılması mümkün değildir.

Ama neşesini ve inadını elden bırakmaması mümkündür! Şu kasvetli günlerden on yıl önce bu köşede sırf neşelenelim diye, kendimizin oyun kurucu olduğu varsayımıyla, bakın neler yazmışım:

Bir kenarda amacına (her neyse işte o) ulaşmak için aklın, yeteneğin, azmin, sabrın rolünü pek önemsemeyenler, işlerini kadere kısmete, kör talihe bırakanlar, tavla oynasınlar. Zarlarını atsınlar ve dahi zar tutmak yasak olsun. Diğer kenarda, hani şu “hayat denilen kavgaya girdik, çelik adımlarla yürüyoruz” diyenler; yani hayat oyununda yapacakları her hamleye kendileri karar vermekte inatçı ve başarıya kılı kırk yaran hamlelerindeki ustalık sayesinde adım adım ulaşmayı kafaya koymuş olanlar da satranç oynasın.

Tavlanın paradoksu şuradadır: Determinist bir oyun gibi görünür ama tesadüfler de sonucu tayin eder. Bu oyunda neden-sonuç ilişkisi aşikârdır; zarını atarsın, oyununu oynarsın. Belirleyici olan atılan zarlardır; tavla bu nedenle ‘kaderci’ midir? Şansı öne çıkaran böyle bir değerlendirmeyi tavlaya hakaret sayan tavlacılar, elbette bu işin şans yanı sıra bir zekâ ve strateji meselesi olduğu itirazında bulunabilirler. “Tavla,” derler, “şansını iyi kullanmaktır; yani kaderinin rotasını bizzat çizebilmektir, fırsatlardan yararlanabilmektir.”

Satranç ise nispeten volontaristtir, ‘iradeci’dir. Yani şans, kader filan söz konusu değildir bu oyunda; irade ve akıl gücü ön plandadır. Tavla nesnel koşullara (atılan zarlara) göre oynanırken, satrançta öznel koşullar (akıl, zekâ ve irade, belki de bilinç!) belirleyici olur. Ama günümüzde bu işin de suyu çıkmıştır. Artık kimileri satrancı da “sadece kitaplara bakıp” oynuyorlar; ‘italyan açılışı’, ‘india savunması’ yapıp oyunu basmakalıp hale getirmiyorlar mı? Tabii bir de şu var, kendi başına satranç oynayanların kafayı yedikleri dahi görülmüştür.

Şimdi... Biline ki, yukarıdaki lakırdılarda kıssadan hisse yoktur. Sahici hayat, kimi zaman tavla kimi zaman satranç, üstelik bazen hem tavla hem satranç. Özne ile nesne arasındaki kuralsız bir diyalektik. Bir tuhaflık... Sadece tavla ideolojisiyle, hayatı baştan aşağı fırsatlar ve kaçırılan fırsatlar (mazeretler) olarak okuyabiliriz. Sadece satranç ideolojisiyle, aynı hayatı baştan aşağı meziyetler ya da kifayetsizlikler olarak da okuyabiliriz. Mazeretler de bizim, meziyetler de. Bu oyunda gele atmak da var. Bazen hemen iki piyon kazanma açgözlülüğüne kapılmamak, bunu reddetmek şart... Yani bir iki piyon kazanmak uğruna üç hamle sonra eldeki iki kaleyi kaybetmenin kaçınılmaz olduğunu görebilmek. Öyleyse? Yaşasın tavlanın ve satrancın güç ve eylem birliği!