Geçtiğimiz dönemde Türkiye’nin 81 ili, Dünya Bankası tarafından geliştirilen bir yaklaşım çerçevesinde 29 bölgeye ayrıldı ve bu merkezlerde şehir hastanelerinin yapılması planlandı. Yakın dönemde bunların 10 tanesi bitirildi ve işletmeye açıldı. Şimdi o projenin iflasına şahitlik ediyoruz. İtiraf Sağlık Bakanı’ndan geldi. Bakan, tamamlanan 10 şehir hastanesi yanında, inşa edilmekte olan 9 şehir hastanesi de aynı yöntemle devam edecek ama planlanan 10 şehir hastanesini kamu kaynaklarıyla yapacağız dedi.

Kamu maliyesi açısından taşınması pek mümkün görünmeyen bir yük oluşturan bu yöntemi, Çiğdem Toker son yazısında haklı olarak ‘çağımızın kapitülasyonu’ olarak nitelendirdi. Şimdi Bakan ‘vazgeçiyoruz’ diyor ama dikkatli bir değerlendirme gösteriyor ki, sistemin 2/3’ü, atılan imzalar nedeniyle uygulamada kalacak ve kamu kaynaklarını tüketmeye devam edecek!

Ortada ciddi bir skandal olduğu tartışmasız. Birilerinin hesap vermesi de gerekiyor. Ancak hemen işaret edelim ki, şehir hastanelerinin yarattığı skandal sadece mali boyutla sınırlı değil. Şehir hastanelerinin mekânsal boyutunda da akıllara zarar bir durumla karşı karşıyayız.

Bilindiği gibi, şehir hastanelerine talep yaratmak için kamuya ait hastanelerin kapatılması kararı alındı. Uygulamanın yapıldığı kentler incelendiğinde, kapatılan hastanelerin hemen hepsinin, erişilebilirliği yüksek merkezi noktalarda olduğu görülecektir. Öte yandan yeni açılan şehir hastaneleri, paketin içinde otel, alışveriş merkezi gibi ek gelir getirici işlevler içerdiğinden, büyük alanlar gerektiriyor. Dahası bu alanlar kamu tarafından tahsis edildiğinden hazine arazisi olması gerekiyor. Öyle olunca da şehir hastaneleri için geçtiğimiz dönemde ya kentin dışında alanlar ya da kent içinde sorunlu yerler bulunabildi. Ankara’da işletmeye açılan Bilkent Şehir Hastanesi bu yönüyle çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Bir şehir plancısı olarak erişim ve yoğunluk açısından nereye hastane yapmazsın diye sorsalar, parmağımı koyacağım bir kaç yerden biri olan bir bölgeye Bilkent Şehir Hastanesi yapıldı. İşin ilginç tarafı, bizatihi projeyi uygulayanların hazırlattığı ÇED Raporu da aynı gerçeğe şu şekilde parmak basıyor;

“Trafik tıkanıklığı, halihazırda inşa edilmekte olan proje geliştirmelerinden kaynaklanacak trafik ile birlikte kümülatif bir etkidir. Gelecekte gerçekleştirilecek diğer geliştirmelerin yanı sıra Mahall Complex, Via Green, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Ek Hizmet Binası vb. gibi geliştirmelerin tamamı Ankara’nın zaten tıkanık olan yollarına trafik katar. Bu kümülatif etki, ...Ankara’nın tamamı için bir ulaşım planı hazırlamakta olan Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin endişesidir. Sözkonusu kümülatif trafik tıkanıklığını çözmek onların sorunu olacaktır.”

Kente rant gözüyle bakanların elbirliğiyle yarattıkları ulaşım sorununu çözmek için ODTÜ ormanlarını hedefleyen iki ayrı yol güzergahı planlara işlendi ve projelendirildi. Binlerce ağacı keserek açılan birinci yolun plan kararı Şehir Plancıları Odası ve Mimarlar Odası Ankara Şubeleri tarafından yargıya taşındı ve yargı gecikmeli de olsa yürütmeyi durdurma kararı aldı. Tünel biçiminde açılan ikinci yolun plan kararının yürütmesi de, Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi’nin çabaları sonucu yargı tarafından durduruldu. Geldiğimiz noktada, Bilkent Şehir Hastanesi açısından kritik iki ana yolun açılmasına olanak sağlayan planların yürütmesi yargı tarafından durdurulmuş bulunuyor. Bu örnekler şehir hastanelerinin yolunu açacağız derken yapılan işlerin ne derece zorlama ve hukuksuz olduğunu göstermek açısından önemli. Hasta(ne) kalbine giden iki arter tıkanınca ne hale gelir diye sorarak bitirelim ve ekleyelim; şehir hastaneleri sorunu mali boyutun ötesinde bir hastalığa işaret ediyor. Doktorun dediği gibi, hastalık hastanenin bütün bedenine yayılmış durumda, alın bunu evinize götürün!