Futbol dünyasının en büyük klişelerinden biridir, üç büyükler tanımlaması. Futbol endüstrisini farklı boyutlara taşıyan takımları ayrıştırıp, “biz – onlar” kibrinde bir söylem olması şöyle dursun bana kalırsa futbolun güzelliğini, geldiği yeri, birleştiriciliğini de yabana atar bir tavırdır. Siz bir şeyleri, birilerini ayrıştırıp başkalaştırırsanız elbette kaos çıkacaktır. Zamanla üç büyükler tanımlamasının Trabzonspor’un katılımıyla dört büyükler ve hatta Bursaspor şampiyonluğundan sonra beş büyükler olarak tanımlanması da bu yüzdendir.

Dördüncü büyük Trabzon son günlerin gündem konusu. Haklı-haksız sayabileceğimiz onlarca nedenden dolayı genel taraftarın pek de sempatiyle bakmadığı bir takımdır Trabzonspor. Karadeniz’in deli akan kanından mı, ani çıkan sinir kat sayısından mı yoksa fazla hemşericilikten mi bilinmez diğer takımlara mesafelidir. Gel gelelim son yıllarda yapılan 61. dakika şovları, “Bize her yer Trabzon” güzellemesi ile belki de yıllar sonra daha yakında gördüğümüz bir takım haline gelmişti ki Hacıosmanoğlu devri başladı. Son olarak maç sonrası penaltılarının verilmediğini iddia ederek hakemlerin statta “misafir edilmesini” rica eden Başkan tüm hakem camiasına “aba üstünden” sopa gösterdi. Hacıosmanoğlu bu nedenle 9 ay 10 günlük manidar ceza almış ve olaylar kapanmıştı ki Trabzonspor Teknik Direktörü Şota Arveladze, Hacıosmanoğlu’na muhalif olan kanatla yemek yediği için işinden oldu. Asıl komik olansa yemek yiyenin Şota değil ikizi Arçil olması. Kim süt oğlan kim damat karışınca olanlar oldu ve Şota, “Yemeği Arçil yedi hesabı ben ödedim” dedi.

Beyin çok değişik bir organ yaşadığımız her şeyi farklı yerlerdeki depolarda saklıyor. Kısa süreli bilgiler ile hatırların saklandığı yer ayrı olduğu gibi, üzgün ve mutlu anılar da farklı yerlerde saklanıyor. Bizi mutlu eden ya da nötr anılar ana belleğimizde saklanırken mutsuz edenler adeta unutmamamız için hem ana hem de sosyal bellekte depolanıyor. Bu nedenle kötü anıların hatırlanma oranı çok daha fazla oluyor. Herhangi bir şey de o hatırayı oradan çıkartıp bize hatırlatıyor. Bazen koku, bazen ses, bazen bir olay, bazen bir insan…

Ben de ne zaman Trabzonspor ile ilgili kötü şeyler duysam kafamın sol-ön tarafı devreye girer ve beni 1993 Şubatı’na götürür. Futbolcuların hâlâ televizyonlardan takip edildiği, Florya’ya baklava götürüldüğü yıllara. Pırıl pırıl bir genç olan Okan Buruk’un bir Trabzon maçında ayağının kırıldığı ana. Belki henüz çözük olduğumdan belki de takıma olan aşkımdan bilmem silinmeyen o görüntülere. Tugay’ın pasını alan Okan’a Trabzonsporlu Soner’den sert bir müdahale geliyor. Okan yerde kalıyor; Bülent, Falco Götz, Suat’ın feryatları arasında kıvranıyor. Kendisinden çok şey beklenen gencecik bir adam Okan. Mahallede çocukların Okan olmasına az kalmış, hepimiz seviyoruz. Gözlerim doluyor onu öyle görünce. Sonradan öğreniyorum ki herkes ağlıyor Okan’a. Kulüp doktoru Burhan Uslu parçalı kırık diyor televizyonda. O kısmı pek anlamıyorum ama kaval kemiğini biliyorum. Kemiğin kırılınca alçı yaparlar ama Okan’ın bacağını açacağız diyor. Bacağını açmak lafı daha da korkutuyor, Soner’e kızıyorum, çocuk aklımla bildiğim ayıp şeyleri bile söylüyorum içimden. Sonra görüyorum ki Okan kızmıyor. Kendisini hastanede ziyarete gelen Soner ve diğer Trabzonlu oyunculara “abi” diyor, gülümsüyor. Belki de kariyerine büyük balta vuran olaya nefretle yaklaşmıyor.

O gün bir şeyleri alıyorum ben de . İyi niyetli olmak, iyi insan olmak ne demek, spor ne demek, centilmenlik ne demek. O yüzden Okan’ı ne zaman görsem iyi şeyler tetikleniyor beynimde, hafızamda; bir gülümseme oturuyor yüzüme. Ayağının kırıldığı o anı ise hatırlamıyorum, kötü şeyler ve olaylar hatırlatmadıkça.