Kentin serüveni ve tarihi ayrıca uygarlığın serüveni yani yöneten-yönetilen, egemen-ezilen, sömüren-sömürülen karşılaşmalarının, çelişkilerinin ve toplumsal mücadelelerin de tarihidir. Kentler üretim ilişkilerini de dönüştürür

Hatırlamanın-mücadelenin mekânı: Kent

MUNİSE NUR AKTAN

Doğduğum, büyüdüğüm, sokaklarında kaygısızca oynadığım, ağladığım güldüğüm, öğrendiğim, ilk kez âşık olduğum, vazgeçtiğim, terk edildiğim, kaybettiğim, kavuştuğum bir kente küstüğümü sanmıştım. Bir mekânla aidiyeti kurarken sahip olduğumuz anıların gücü ne kadar önemlidir? İyisiyle kötüsüyle, değişen her şeyle bizi biz yapan anılarımız olduğu kadar o anılara ev sahibi olan mekânın kendisi midir? “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokakta dolaşacaksın, aynı mahallede kocayacaksın.” Konstantinos Kavafis. Bazı şairler öyle güzel söylüyor ki.

Ortaya çıkışıyla birlikte güçlerin dağılışındaki dengesizliği, yoksulluğu ve yoksunluğu, farklılığı ve ayrıcalığı simgeleyen “kent” aynı zamanda sürekli devinim halindeki bir toplumsal pratiği de işaret etmektedir. Buradan yola çıkarak kentin serüveni ve tarihi ayrıca uygarlığın serüveni yani yöneten-yönetilen, egemen-ezilen, sömüren-sömürülen karşılaşmalarının, çelişkilerinin ve toplumsal mücadelelerin de tarihidir. Lefebvre’in deyişiyle kent; üretim ilişkilerini yekten değiştirmese de onları kaçınılmaz olarak dönüştürür. Bu bağlamda da toplumsal ilişkilere ev sahipliği yaptığı kadar onların etkileyeni olma rolünü de üstlenir. Başka deyişle kent her zaman sınıf mücadelelerine ve toplumsal hareketlere sahne olmuştur. Ve fakat bu mücadele pratiklerini sadece üretim ilişkileriyle ortaya çıkan eşitsiz konumlanmalara ve sınıf mücadelelerine indirgemek yetersiz olacaktır. Bugün özellikle kentsel dönüşümle beraber ortaya çıkan eşitsizlikler, “herkese ait olan”a göz dikilmesi elbette yeni mücadele pratiklerini de beraberinde getirmektedir. Kültürel hiyerarşinin bir parçası haline gelmesi ve sermayenin taleplerini karşılaması için uğraşılan mekânlar çoğaldıkça ezilen özne daha geniş bir kalabalığı içinde barındırmaya başlamıştır. Ezilen sınıfların içinde barındırdığı öznelerin değişimi kentin şahit olduğu mücadele pratiklerini de paralel olarak değiştirmektedir. Yakın zamanda çıkan Mekân Meselesi adlı eserde de yer alan Harvey’le yapılan bir söyleşide Harvey bunu şöyle ifade eder: “Fabrikaların gözden kaybolmasıyla, kentler bana çok daha fazla mücadelenin odak noktası olarak görünmeye başladı. O halde soru şudur: Kenti kim üretiyor? Kenti kim geçindiriyor? Kenti kim ayakta tutuyor? (...) Tarihsel olarak bakar ve (örneğin bir Dickens romanı okursanız) çalışan karakterlere bakarsanız, onlar fabrika işçileri değildir. Bütün bunlar kent yaşamını ayakta tutan insanlardır. Ve bunlar çoğunluktur, aslında, hatta 19. yüzyılda bile hizmet işçileri son derece önemliydiler, tabii şimdi de.”

Peki, kent bize sadece mücadeleyi mi anlatır ve anımsatır? Anımsamanın ta kendisini de anımsatmaz mı? Kent toplumsal belleği ve kimliği şekillendirmede önemli bir rol oynar. Bellek kişiye aittir ama daima sosyal anlamda hatıraları kurgulayan mekâna bağlılık gösterir. Mekân ve bellek arasındaki bu birbirinden kopamayan ilişkiyi düşündüğümde aklıma Mostar Köprüsü geliyor. Mostar’a gittiğinizde sizi bütün albenisiyle karşılayan diğer taraftan da çok şey gördüğünün bütün mağrurluğunu üzerinde taşıyan güzel köprü... Bosna Savaşı sırasında önce Sırpların ardından Hırvatların saldırısına uğrayarak yıkılan Mostar Köprüsü yüzyıllar evvelki yapılış haline en uygun şekilde tekrar inşa edilmeye çalışılır. Aslına uygun taşların tekrar kullanılabilmesi için uzun süredir kapalı olan taşocağı tekrar açılır ve aynı taşlar çıkarılır. Bombalama sırasında nehre düşen taşlar dalgıçlar tarafından bulunur ve inşa sırasında eski bir usul olan yumurta akı harcıyla taşların yapışması sağlanır. Mostarlılar için bir yapıdan çok daha fazlasını ifade eden bu köprünün yeniden açılış gecesinde halk belki savaşın bittiğine daha çok “inanmıştır”. Süreklilik duygusunun kökü gerçekten mekânda mıdır? Saf hafızanın bir bileşeni olan ve o kentle aidiyeti bize asıl kurduran bu parçaların kendisi midir? Savaştan evvelki o çok “eski günler”e dönülmesini sağlayan barış kadar o kenti özel kılan köprünün ve hafızanın tekrar inşası mıdır?

Kent bazıları için mücadelenin bazıları içinse hatırlamanın mekânı. Ya da belki de hatırlayıp, tekrar mücadele ederek umut mekânlarının inşa edileceği yer kentin ta kendisi. Kişisel bir noktadaysa; bir romanda tanıdık sokaklarda yürüyen bir kahramanı uzakta izlerken mutluluktan, belki de biraz özlemden sarhoş olunabileceğini biliyorum artık. Tarabya’nın rüzgârının da Kadıköy’ün kaldırımlarının da Beşiktaş’taki çeyrek kala vapurlarının çok özlenilir olduğunu ve küsülemeyeceğini de. Çünkü küsemezsin: “Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma.”