BARIŞ ENGİN AKSOY “Sevginin Bağladıkları [Sleepless in Seattle] gibi bir film izlediğimizde, keyfimiz (varsa tabii) âşıkların aşk nesnelerini elde ettikleri andan doğmaz aslında. Olağan seyirci Sevginin Bağladıkları’nın sonunda haz deneyimlemesine karşın, keyif aldığı nokta burası değildir. Bu an keyfimizin tükendiği noktayı mimler daha ziyade. Biz nesnenin edinilmesinden değil, finale uzanan olaylar zincirinden -karakterlerin nesnenin yokluğuyla […]

Havuçsuz politika

BARIŞ ENGİN AKSOY

“Sevginin Bağladıkları [Sleepless in Seattle] gibi bir film izlediğimizde, keyfimiz (varsa tabii) âşıkların aşk nesnelerini elde ettikleri andan doğmaz aslında. Olağan seyirci Sevginin Bağladıkları’nın sonunda haz deneyimlemesine karşın, keyif aldığı nokta burası değildir.

Bu an keyfimizin tükendiği noktayı mimler daha ziyade. Biz nesnenin edinilmesinden değil, finale uzanan olaylar zincirinden -karakterlerin nesnenin yokluğuyla mücadelesinden- keyif alırız” (118-119). Arzu nesnesi -bir konum, bir statü, bir form. Bambaşka, muhtelif hedefler bu form altında iş görebiliyor, arzu nesnesi işlevini (sürükleyicilik, çekicilik) üstlenebiliyor. Bu konfigürasyonda Todd McGowan’ın esas meselesi keyfin (jouissance) hangi noktada konumlandırıldığı: keyif konumlandırma konusunda farklı seçenekler mevcut. En bariz olanı, arzu-kafalı seçenek keyfin bu nesneye kavuşma, bu nesneyi edinme anında, bu nesneyle aradaki engellerin kalktığı noktada konumlandırılması- ‘hedefe varmanın/ulaşmanın verdiği keyif’ şeklinde bir imge. McGowan’a göre işte bu konumlandırmada hayati bir yanılgı var, bir yanılsama, bir yanıltmaca, kandırmaca var. Özneyi en iyi ihtimalle hüsrana götüren bir yanılgı bu. Öznenin yol üstünde, engeller üzerinden, engeller sayesinde, engel dolayımıyla, aracılığıyla bulduğu zevki, aldığı keyfi, tatminini tanıyamamasına, yani aldığı tatminden tatmin olamamasına yol açan bir yanılgı.

Tatmin olma mekanizması

Olağan bilincimizde tatmine arzu kafasıyla bakıyoruz: eksikliğini çektiğimiz bir şeyin elde edilmesiyle birlikte, ancak o kavuşma anında geleceğini hayal ettiğimiz bir şey -bir kazanımla, bir edinmeyle, bir elde etmeyle, ‘sahip olma’yla birlikte gelebileceğini düşünüyoruz. Burada ‘tatmin’ bir tamlığa, eksiksizliğe, nihai, tam bir doygunluğa denk düşüyor- ve bu bir fantazi. Buna karşılık, psikanalize göre, tatmin olmayı hiç bırakamıyoruz aslında; çoktan elimizde olan, zaten yaşadığımız, hatta kurtulamadığımız, peşimizi bırakmayan, yakamızdan düşmeyen bir tatmin olma mekanizmamız var. Ama sorun şu ki bu mekanizmayı tanımıyoruz, yanlış tanıyoruz.

Havuç peşinde koşmak

Keyfin engelle esastan bağlantılı olduğunu göremediğimizde, ucundaki nihai (hayali) keyif imgesine ilişik hedef/amaç, belli bir eforu harcamanın kendisinin getirdiği (gerçek) keyfin bahanesi ve paravanı olarak iş görüyor. O eforun uğrunda harcandığı bir şey, peşinden koşulan bir havuç var burada. Ve bu konfigürasyonun bizim için doğurduğu ilginç sonuçlar oluyor. O pozisyonun içindeyken açıklanabilir, anlaşılabilir olmayan, o yüzden zayıf rasyonalizasyonlar doğuran arazlar, tesadüfler, aksilikler, talihsizlikler.

Bahane ve paravan

Bunun farkına vardığımızda ne oluyor peki, ne gibi bir değişim oluyor? İlk bakışta yukarıdaki konfigürasyonu kaybetme ihtimali, o şekilde iş görmeme ihtimali insana korkutucu geliyor, bunu söylemeyi ihmal etmemeli. Baş ağrıtan bir ihtimal bu. Bu konfigürasyonun barındırdığı örtük yanılsamanın üstünün açılması baş ağrıtan bir açılma. İlk bakışta: hayatımıza anlam katan hedefler, amaçlar bir anda değersizleşecek, kıymetini kaybedecek ve böylece hayatımız anlamını kaybedecek, yaşamanın bir kıymeti kalmayacakmış gibi görünüyor. Uğruna yaşadığımız şeyleri söküp alıyor bu müdahale. Onları bahane ve paravan haline getiriyor. Ürkütücülüğü buradan geliyor ve doğurduğu direnç de.

Kavuşma gerçekleşse bile

Peki McGowan’ın getirdiği müdahale bundan farklı mı? Biraz farklı, hatta biraz daha sert: şöyle ki, olağan perspektifte kalındığı sürece ‘o nesneyle kavuşma gerçekleşse bile, ya da gerçekleşseydi bile sonu hüsran’ gibi bir şey söylüyor bize. Tüm umutlarımızı elimizden alıyor böylelikle. Meseleyi ampirik bir mesele olmaktan, gerçekleşme ile ilgili bir mesele olmaktan, bir talihsizlik olmaktan çıkarıyor. Ve bu yargı HER nesne, HER senaryo için geçerlidir, sadece o nesneyle kavuşma için değil-yapısal bir yargı cümlesi.

Tüm bunların politikayla ilgisi ne peki? Kitabın altbaşlığı ve esas konusu ‘psikanalizin politik projesi’ en nihayetinde. Bu noktada özne bahsindeki müdahalenin bir benzerini gerçekleştiriyor McGowan: “Psikanalizin özgürleşimci politikaya -ve bizatihi politikaya- çıkardığı en büyük sorun iyinin, iyi toplumun mutlak reddidir” (20). Politika’nın başında Aristoteles’in politik faaliyetin başat amacı diye tarif ettiği ‘iyi’dir bu. Keza “ölüm dürtüsü geleneksel formdaki politik programın sunabileceği türden bir teselli ihtimalini ortadan kaldırır, çünkü ilerlemenin önüne . . . temel bir bariyer diker” (33).“Ölüm dürtüsünden ütopyaya uzanan bir yol yoktur. Ölüm dürtüsü bir ütopya inşa etmeye yönelik tüm çabaları bertaraf eder; iyi toplumun düşmanıdır” (445). Yani özne tarafında konu edilen ‘nihai keyif’ noktası politika söz konusu olduğunda ‘iyi’, ‘ilerleme’, ‘ütopya’ gibi kavramlar altında karşımıza çıkıyor.

Açmazın diğer yüzü

Ölüm dürtüsü kendini iyiye adamış bildik politika anlayışlarının “şimdiyi sınırlandıran limitten azade bir gelecek” hedefine takılıp kaldığını gösterir: “Bu gelecek sahici bir temsili demokrasi, sosyalist bir ütopya, iktidarın ve servetin adilce bölüşüldüğü bir toplum, hatta hatta limite cisim verenlerin defedildiği faşist bir düzen formu dahi olabilir” (44). İlerlemeye, iyiye dönük politikanın önüne çıkan ölüm dürtüsü yalnızca olumsuz bir rol üstlenmez. Evet, alternatif gelecek hayallerini toptan kaybederiz, bu alternatiflerin bugünün sınırlarından üretilmiş olmaları bakımından gerçek bir alternatif olmalarının imkansız olduğunu tanırız. Ama tıpkı özne tarafında arzudan dürtüye geçişte olduğu gibi, bu açmazın diğer bir yüzü vardır.

‘Öte’nin kaybolması

Geleceğin, yani ‘öte’nin kaybolması: hayatımızda bir öte olmaması, içkinliğin hâkim olması -sanki dürtüye geçiş bu konfigürasyona denk düşüyormuş gibi görünür. Bu kadar basit değildir aslında, arada ciddi bir fark vardır; ötenin buranın, hayatın içine dahil edilmesi söz konusudur, öylece iptal edilmesi değil. Öteli bir bura -öteli bir hayat. Aslında hayatın dışında, ulaşılamaz bir pozisyonda konumlanmış bir Öte’nin yerinden edilmesinden ibarettir McGowan’ın psikanalizin politikasına ve dürtüye atfettiği hamle- buraya, şimdiye mahkûm olmak değildir.

Halihazırda işlerlikte olan yapıları tanımak geleceği çoktan buralı kılacak ve yeni eylem imkânları yaratacaktır: “Bu kitapla amaçlanan şey özne ya da toplum tarafından benimsenecek politik bir hedef tayin etmek değil kesinlikle, yalnızca halihazırda var olan yapıları tanıyıp usulca haberdar etmektir.” (46)