Havuz kaçkını

DENİZ DOĞAN

Ne olmuş yani benim de bir kaptanım varsa. Gelmişine geçmişine saydırıyorsa ve saydırdığı yerde yıldız değil; geçen gün, gün de değil; tortusu kalmışsa giderim arkadaş. Suyum bulanmışsa giderim. Hep gideceğim. Durulmaya. Gözümde geçmeyen yolu ona düşürmek, kravatı onun hanesine gelmeden boyundan sökmek, yakadan iki ilmek açıp eli göğse kavuşturarak merhaba demek var. Öylesini sever.

Severim küfretmekten bitap, her şeyin boş olduğuna kani olduğu vakitleri. Birden dirilirim sonra. Yamacına çöker kırık camdan fırtına kuşlarına bakarım. Kaptana gitmeli.Süklüm büklüm oturmuştur şimdi. İçinden ne küfür geçiyordur kim bilir.

Hava puslu. Günler boğazımda. "Faizi sıfırladık! Fırsatı kaçırmayın! İndirimde son gün!" Dert işte. Herkes aynısını sırtlanmış yaşıyor. Yaşıyorum ben de. Haftanın her günü ayağım gazda, sol şerit tapulu üstüme, önümdekine saydırıyorum, "Mal mısın? Bilmiyorsan binme be!" Bakmıyorum yolda kalmışa. Yetişsin işler, al takke ver külah... Paklar mı kaptanın yeri beni!

Şimdi doğru pazara, kap balığı, vur yola. Elleri koynunda esnafın, suratlar sirke. Ne, ikizlere takke diyenin fırlamalığı, ne yemek helâl diyenin bonkörlüğü... Tabiat baklavası kavunlar, hayat kadar acı biberler, nar domatesler, iri kalçalı armutlar çekip gitmiş. Balık dibe inmiş, hava zehir, tezgahlar tenha. Eller ceplere sığışmış, cepler yanıyor. Yaz, uzak bir sevgili. Bağırıyor biri. "Koş! Sen de koş! İp koptu cambaz öldü!" Sarı ışığa yatırılmış patatesleri geçtim mi beyaz floresan altında balık pazarının cümbüşü başlar.

Takkeli balıkçıya yanaşıyorum. Yarım karış sakalı koyvermiş, kesik parmaklı eliyle gösteriyor. "Allah yalanı sevmez. Şunlar havuzdan kaçma." Bu parmağı böyle derin nerede uçurdu acaba? Ay çöreği gibi istifli çupraların, gözünü siyah kan bürümüş karagözlerin, solungaçları kararmış istavritlerin, çocuk eli çinakopların gerisindeyim. Yer yer buğulu gözlüğünün arkasında gözler fıldır fıldır, "Deniz balığıdır ha!" Bir an göz göze gelince boynuyla balığı gösterip "Ağdan kaçmış" diyor gülerek. Şimdi "Kaç para" demeni bekleyecek. "Doksan lira." Sonra susacak. Hesaplı bir suskunluk. Tıpkı balık avlar gibi. İri gözlü mercanlar gel gel diyor. Bakıyorsun. Balıkçı, iğnenin ucundaki yemi sana doğru sallıyor. Dolaşıyorsun yemin etrafından. Bekleyecek. Tırtıklayacaksın şimdi, "Mercan ne kadar?" Sesini alçaltacak. "Yüz on lira. Ama balık yani. Ye dua et bana!" Üç ayrı yerde levrekler yatmış tezgaha. En köşedekini soracaksın. Hah! Zokayı yuttun. Anlayacak da, "Ha, onlar mı?" diyecek, "Onlar toprak havuz. Sana kırk beş olur." Bir balıklara bir sana baka baka sayıp dökecek, "Bunlar deniz. Na, şunlar havuz, aha onlar da yarı havuz"

"O nasıl oluyor?" Eli ağzında kıs kıs gülecek yine.

"Bunları denizde beslerler. Bazıları ağı delip kaçar, yarı deniz sayılır yani. Sana kırk olur."

Yol uzun. Kaptan bekler. Seyrelmiş dişleriyle gözünün önünde balığın gevrek etine girişecek, "Tat mat yok bunda" dediğini duyar gibi olacaksın. Balıkçı ellerini kavuşturmuş bekliyor. "Havuz kaçkınından tartıver iki tane." Kartal gibi atılacak balığın üstüne. Oracıkta atacak balığı tartıya. İkide bir parmağıyla gözlüğünü ittirecek. Ses kesilecek kafandan. Dalacaksın. Acı yeşile kesmiş kupesler yığılmış ayak yoluna, kedi koklayıp uzaklaşıyor. Bir merak arayacaksın balıkçının duruşunda. Dülger balığına peygamber balığı der de; ya ötesi? Niye öyle çirkin görünür? Adını hangi hikâyeden almış? İğnenin ucunda niye öyle ağlar gibidir? Anlatsa. Ya şu kasanın altındaki kırlangıç? Tutuldu mu, gözüne baka baka inceden seslenirmiş. Sonra pazarın sesi dolacak kulağına. "Yok ablam, akşam pazarı zaten. O fiyata bana gelişi var." Balıkçı, para önlüğünü yoklayıp duracak. Tartıda iki levrek. Dijital tartıya eğilecek iyice. Bağıra bağıra önce kilosu, "Bir kilo yüz gram." Sonra fiyat, "Kırk sekiz lira." Çıkacaksın. Ardında balıkçının sesi. "Gel, havuz kaçkını, toprak havuzlu, deniz balığı burda! Geel!"

Yolda kırağı çalmış otlardan, uzadıkça uzayan ıssız ovalardan geçeceksin. Aklına güzel şeyler esince ayağın gazdan çekilecek. Sonra birden ne gelecekse kökleyeceksin gazı. Radyoyu açsan nefes almadan konuşacak biri. Kar ne güzel yağıyormuş! Yok kardan adam, kartopu, kartpostal, kardan aşık... Kışa "kara" diyen kim! Kapatacaksın.

Varacaksın ki kaptan kendi kıyısının uzağında hangi silleyi yemiş de düşmüş, hangi sözü duymuş da küsmüş. Az taneli çorbasına bile razısın ama o buz tutmuş camın dibinde haberlere bakıyor. "İzmir'in Seferihisar İlçesi Doğanbey köyü açıklarında mültecileri taşıyan fiber tekne battı, ikisi çocuk, dokuz kişi boğularak öldü." (*)

"Ne haber kaptan?" Doğrulacak yerinden, gözlerini devirecek. Alnını ovuşura ovuştura, "Habermiş, ne haber olacak!"

Teneke soba orta yerde buz tutmuş. Buna bir sevgili gibi yanaşmalı. Geçen neydi, dumandan göz möz bırakmadı. Ilımış külünü saça döke değil, yerinde bırakmalı. Getirdiğin çıraları dikine dikine koyup üç beş odunun arasına kıstırmalı. Alttan verdin mi ateşi çatırdamaya başlar ortalık. Garip bir sevinç tutuşur yüzünde. Çaydanlığı koy. İster tıngırdasın ister ıslık çalsın. Hele bir alev yalımı sarsın sobayı. Sanki her şey bunun için.

Dışarda uluyacak her şey. Camlar titreyecek. Çıplak ağaçların çırpınan gölgeleri duvarda Ne ağacı ki bunlar? Yaprağı yüreğe benzer derken haberin sesi kesecek her şeyi. "Olay, bu sabah kıyıda bazı mültecilerin görülüp, güvenlik güçlerine haber verilmesiyle ortaya çıktı." "Vay Allahsızlar" diyecek kaptan. "Vay namussuzlar, vay şerefsizler vay!"

Buraya, sesleri susturmaya gelmiştin oysa. Gelmezden önce yol ortasında kedi ölüsü gören sen değildin sanki. Boynunu bir kuş gibi gövdene gömmekten, gövdeni saran kürklü paltondan, termal tabanlı botlarından aklını alıp mülteciye fakire verecek değildin ya!

"Mültecilerin, kullandığı can yeleklerinin su aldıkça battığı anlaşıldı. Yapılan soruşturmada, can yeleklerinin işporta malı olduğu ve başka mülteciler tarafından satıldığı tespit edildi."

Kış denizinde bir tekne, teknede dolu dolu insan. Kazığı yiyen sen değilsin, can yeleğini ilmek gibi boynuna sen geçirmedin, karanlık suyun içinde, balıklar yemesin diye, iki çocuğunun cansız ellerini tutmadın.

Kaptan, belini tuta tuta masaya varacak. El kadar televizyonun kulağını bükecek. Geçip oturacak yerine. Gözler dışarıda. Ne görüyorsa! Kireç bandırılmış duvarda bir resim. Gözleri uzakta sakallı bir portre, başında yıldızlı bere. Girişte kırık bir vestiyer, kapının pervazına iliştirilmiş sepya fotoğraflar...

"E, ne var ne yok? İyi misin Beybaba?"

"Bak yine! Oğlum sen hiç akıllanmayacak mısın ya? Adım yok mu benim! Ne kaptanı ne beybabası?" Bir zaman geçecek. İki yelin arası olmalı, cam kenarından kalkıp çökecek sobanın yanı başına. "Ha şöyle, hizaya gel" demeyecek, susacaksın. Artık yer değil oturduğunuz. Fındık kabuğu tekne de değil, koca gemi. Hani şu en son kaptanın kurtulduğu gemi. Bu kez anlatır belki niye kurtulmak istemediğini. Başlar yarenlik. Öyle yapışır canına bu deniz, bu tuzlu fırtına.

İnsan nefesi buğulansa, yolları tipi tutsa, geceleri şehrin homurtusunu yutarcasına yağsa kar, hiç durmasa, parmaktaki yüzük yeri gibi yoklayıp dursan,bir iz, bir hatıra... Burnu yerde köpekler gibi havayı koklasan, yeri eşelesen.Yok kaptan.

Beton denizi kesmiş rüzgârı. Rüzgâr, toplamış eski kokuları başka yerlere dağıtmış. Sobanın üstündeki gözü bir açıp bir kapasan. Tavanda ateşten alevler oynaşsa, kaptan küfretse. Heyhat! Ağzında ne olduğunu bilmediğin bir tat.

Kaptan öldü. Hiç olmamıştı ki bir adı da olsun. Deniz bitti. Pazara gitsen tezgahlar havuz kaçkını balıkla dolu. Dışarda kar. Boğazında bir kılçık.

(*) 2016 yılında yaşanmış

gerçek bir olaydan.