Yaz rehavetinin çöktüğü şu günlerde tembellik yapıp, Marksist antropolog Marshall Sahlins’in kurgusu üzerinden, Kaptan Cook’un 18. yüzyılın sonlarına doğru yaşamına da mal olan Hawaii seferini ve sonrasındaki sarsıcı gelişmeleri aktarmakla yetineceğim.

İngiliz sömürgeciliğinin önemli ismi Kaptan Cook, 1779 yılında Hawaii kıyılarına vardığında, yerli halk tarafından biraz da şaşırtıcı biçimde coşkuyla karşılanır. Varışı bir rastlantı olarak, bereket tanrısı Lono’nun belli bir süre için Hawaii’ye dönüşünü kutlayan Makahiki Festivali’ne denk gelince, Hawaii ahalisi Kaptanı, Tanrı Lono sanıp, bağrına basar.

Yerel inançlara göre Tanrı Lono, her yıl kısa bir süre için Hawaii’yi ziyaret etmekte, bu süre içinde kral geri çekilip, egemenliği sembolik olarak Lono’ya bırakmakta ve süresi dolunca, Lono gitmekte ve kral bıraktığı yerden devam etmektedir.

Böylece Kaptan Cook varışıyla birlikte omuzlarda Tanrı Lono muamelesi görüp, keyfini çıkarır. Durumu kısa sürede kavrayan Cook, gitmesi gereken zamanda da gemisine binip ayrılır. Ne var ki yolda sorunlarla karşılaşılır ve Hawaii’ye geri dönmek zorunda kalır. Bu kez coşkunun yerinde gerginlik ve kızgınlık vardır. Belli bir süre için Tanrı Lono’ya egemenliğini gelenek gereği teslim eden kral, bu program dışı dönüşü kendine bir meydan okuma olarak görür ve itiş kakış arasında Kaptan Cook öldürülür.

Ölü Cook hala Tanrı Lono’dur. Kaptanın kemiklerinin bir bölümü Hawaiili papazlar tarafından İngilizlere, düşmanlığı yatıştıracak bir cenaze töreni yapabilmeleri için geri verilir. Cook’un kutsal hale gelen kemiklerinin bir bölümü ise kralda kalır ve önemli gezilerinde yanına almayı ihmal etmez. Cook’un kutsal ve doğa-üstü gücünü de arkasına alan kral, hiçbir dönemde olmadığı ölçüde Hawaii adalarını kontrol altına alır, iktidarı merkezileştirir ve başta deniz güvenliği ve ticareti olmak üzere önemli icraatları doğrudan kendisine bağlar.

İzleyen dönemde, ölenle ölünmeyeceğini bilen İngilizlerle, ölü Cook’u Tanrı katına koyan Hawaiili seçkinler arasında derin bir ticari ilişki başlar. Gemi yapımında kullanılan sandal ağacı, genişleyerek İngilizler üzerinden Avrupa’ya ve Avrupa üzerinden de Çin’e gönderilir.

Kral yanında, özellikle orman alanlarını kontrol eden yerel reisler kereste ticaretinden büyük servetler elde ederler. Elde edilen servetler Avrupa ve Çin’den gelen lüks tüketim mallarına harcanır, kullanılmayan Avrupa tarzı konutlar inşa edilir ve içleri ithal edilen porselen, ipekler ve eşyalarla doldurulur. Bu arada, Cook ile kurdukları akrabalık ilişkisinden kaynaklı olsa gerek, yerel reisler kendilerine Billy Pitt, Fox, John Adams gibi isimler koyarak, yerli halktan farklı olduklarının da altını çizmeyi ihmal etmezler.

Her zaman olduğu gibi böylesi bir zenginleşmenin bedeli de ağırdır. Geniş sandal ağacı ormanları hızla kesilip yok edilir. Bu ticaretten palazlanan kral ve yerel reisler dışındaki geniş halk kesimleri, ormanların talanında kölelik koşullarında çalışmak zorunda bırakılır. Sonuç, ormanlarla birlikte, Hawaii nüfusunun geniş bir bölümünün de yok oluşudur. 1830’lara gelindiğinde artık kesilecek ağaç da, çalışacak nüfus da büyük ölçüde tükenmiştir. Lüksün dibine vuran yerel reisler de büyüme sona erdiğinde, büyük borçların altında kalmıştır. 1850’lerde bu tükenişin önüne geçmek için başlatılan arazi reformu ise, Hawaii halkının tümden mülksüzleşmesi ve arazilerin Amerikalı misyonerler ve tüccarların eline geçmesiyle sonuçlanır.

Ankara’da iktidar, “ulusun bekasını” ve “batı karşısında egemenliğin korunmasını” konuşuyor. Kafanızı kaldırıp Kazdağları’na bakınca, batılı ulus-ötesi şirketlerin doğayı ve ormanları yok edişini görüyorsunuz. Öyle bakarken, Sahlins’in anlattığı Hawaii trajedisi aklıma geldi, paylaşayım dedim!