Google Play Store
App Store

Yazar Adil İzci, 'Sisli Gece' başlıklı kitabında okura hayal gücüyle keşfedebileceği alanlar sağlamak istediğini dile getiriyor. İzci, "Edilgin değil, etkin okurluktan yanayım. Okurun imgelemine pay kalmalı. Kahramanları, yeri biraz da kendisine göre var edebilmeli" diyor.

Hayal gücüne pay bırakılmalı
Yazar Adil İzci (Fotoğraf: Kadir İncesu)

Kadir İNCESU

Neresinden bakarsanız bakın, neresinden okursanız okuyun hüzün yüklü öyküler. Yalnızlıklar, üzünçler, pişmanlıklar, yürek sızlatan, geçmişin gölgesini her an hissettiren anılar yumağı… Biraz da iç içe geçen… Adil İzci ile Oğlak Yayınları tarafından yayımlanan 'Sisli Gece' adlı öykü kitabı üzerine konuştuk.

Hatırlatmak mı, unutturmamak mı yazmanızın amacı?

İkisi de! Önce unutmamak, unutturmamak; ardı sıra da anımsamak, anımsatmak! Sözcüklerin kurtarıcılığına sığınmak! Bir neden daha var ama: Benliğimizde belirsiz, dağınık duranları somutlamak, bir düzene bir dizgiye oturtmak. Bunların yanı sıra estetik bir sonuca da varmak. Geride kalanları öylece bıraksak, ileriye baksak denilebilir. Ancak, hayatımız öncesi bugünü ve sonrasıyla bir bütündür; geride kalanlar arasında bir dolu değer, zaman zaman göz kırpar durur; bir adlandırma gerekirse her biri bir unutma beni çiçeğidir. Onların varlığını duyumsamakla da mutlu olur, besleniriz.

'Bir Ölümün Ardı Sıra' adlı öykünün sonunda “Ne tuhaf! Her yerde sesimiz yankılanıyordu. Oysa annemin zamanında öyle yankı falan duyulmazdı,” diyor kahramanınız. Varlık ile yokluğu ne güzel anlatıyor ses ve sessizlik değil mi?

'Anne'nin sağlığı zamanında ev, bir evde bulunabilen nesnelerle doludur; anne vardır, bakıcı hanım, gelen gidenler vardır. Evde dirimin belirtisi insan sesleri de eksik değildir ama o sesler günlük hayatın doğallığında erir. Onca sesi perdelere kadar tüm nesneler eritir sanki. Sonra anne ölür, evi ev eden neler varsa alınır götürülür, en son da perdeler sökülür. Evi son kez görmeye gelen oğulun, gelinin ve torunun seslerini eritecek tek bir nesne yoktur artık. Sesler yankımasın da ne yapsın? Orada biraz da ıssız bir evde insanın ancak kendi sesini duyabileceğine örtük bir vurgu da var.

'İmreni' adlı öykünüzden esinle… İmrenili hayatlar mı hüküm sürüyor günümüzde? Yetinemiyor muyuz sahip olduklarımızla, çok şey mi istiyoruz?

İmreni, imrenili hayatlar her zaman vardır. Kısacası bugüne özgü değildir, ancak imrenilen hayatlar her çağda farklı farklıdır. Bir zamanlar büyük kente, apartman hayatlarına imrenilirdi; bugün tersine döndü. Büyük kentleri bırakan, kıyı kasabalarına, hatta köylerine gidenler, oralarda kök salmak isteyenler artıyor. Doğası (mizacı), insanı doğal olana, sessiz sakin olana imrendiriyor. Bir bakıma insan aslını arıyor. Bu bilince eremeyenlerse tüketimle, her türlü 'lüks'e bağımlılıkla, nerede ne yediklerini sergilemekle, kirli yemek tabaklarına, kahve fincanlarına kadar gözlerimize sokmakla ilkel bir doyum arıyor. Kökeninde ne var bunların? Doyum aramayı söyledik; beğenilmek, güya imrenilmek vb. Ancak bu bizim konumuz değil.

Yoksa geçmişi mi özlüyoruz?

Bence özlüyoruz ya o özlediğimiz tortusu! Zaman ve tinimiz (ruhumuz) ayıklıyor, nitelikli ya da salt değerli olanları önceliyor. Ben bir örnek vermem gerekirse horoz sesiyle uyanmayı, folluktan yumurta almayı bile özlüyorum. Ama ondan önce yitik (ölü) yakınlarımızı, iyi insanları, güzel zamanları özlüyoruz. Ziya Osman Saba’nın bir dizesiyle “Sizleri göreceğim(iz) geliyor (geldi) iyi insanlar.” demek olası.

Bana yabancı değil fakat gençleri de düşünmek gerekir. Nereden bilsinler su değirmenini? Puharı, sürem, kebe, iyicillik, eserekli gibi sözcükleri?

Aslında bu sözcükler o kadar eski sayılmaz. 'Su değirmeni', düzeneği suyun devinim (hareket) ettirme gücüyle dönerek un ya da bulgur öğüten değirmendir. 'Puharı', eski evlerdeki soba bacasıdır. 'Sürem', mevsimin Türkçesidir. 'Kebe', ancak bele kadar inen kaba bir giyecektir. Daha çok omuzlara atılır. 'İyicil', iyilik yapmayı seven demektir. 'Eserekli', aklına geleni yapan, biraz kaçık anlamındadır. Bunlar, günlük hayatta 150/200 kadar sözcükle yetinenler bilmeyebilir ama dilimizin varsıllığına birer güzel örnektir. Yanı sıra kendi sözcüklerimizi birtakım nedenlerle savsaklamanın, unutmaya terk etmenin de somut örnekleridir.

'Can Sıkıntısı'nda sıradan bir günde yaşananlar, kalabalıklar içerisinde fark edilmeyen insanlar üzerinden yazarın gerçekliği ile kurgulanarak anlatılıyor. Gerçek ile kurgu bir bütünlük mü, boşluk mu oluşturuyor?

Bence bütünlük oluşturuyor. 'Kurgu' nerede başlar, nerede biter kestirmek kolay mı? Hem kurgu dediğimiz de hayatların gerçekliğinden doğar bana kalırsa. Her kurgu, az ya da çok 'var olan' üzerinden oluşur. 'Gerçek ile kurgu', aradaki köprülerle, birbirine sıçramalarla sonunda bir bütünlük oluşturuyor diyebilirim.

'Bir Ölümün Ardı Sıra' ile 'Zamanı Ayıklamak' öykülerinizi okuyunca, ister istemez umutsuzluğa kapılır gibi oldum. Zamanın acımasızlığı mı, anılara değer verilmemesi mi anlatılan? Ya da gelecekte herkesin yaşayacağı mı?

Hepsi de ama daha ötesi de… 'Zamanın acımasızlığı' diyoruz ya, zaman kendi doğrultusunda akıp gidiyor. Bu nedenle 'zamana yenilmek' belki daha doğru bir adlandırma olur. Anılara da elbet olanaklarımıza göre değer veriyoruz; peki eskilerden kalan onca nesneye nasıl sahip çıkacağız? Ya da çıkmalı mıyız? İyiden iyiye eskiyor, yıprak, artık korunamaz bir duruma geliyor. Bu büyük kentlerin ufak evlerinde nasıl saklayacağız? Hem bizden sonrakilere ne söyler o kalıntılar? Kimilerini -giysi, kitap, mektup vb.- yakıyorum sızıyla. Kül oluyor böylece; zamanın külü! Bunlar bir zorunluluk bence; sırası gelince hepimizi teslim alması olağan.

'Babamın (Son) Elbisesi'ni okuyunca 35 yıl önce kaybettiğimiz babamın pek de üstünde göremediğim kahverengi takım elbisesini hatırladım. O nedenle mi sevemiyorum kahverengini diye düşünüyorum.

Büyük olasılıkla öyledir. Bir tepke ('tepki' değil!) söz konusu olmalı. Kahverengiye bile isteye uzak durmazsınız; öyle bir karar da almazsınız; ancak tininizin (ruhunuzun) derinliğinde kendiliğinden bir tepke (refleks) sizi uzak tutar. Nitekim siz de 'sevmiyorum' değil, 'sevemiyorum' diyorsunuz. Babamı Ankara Yüksek İhtisas Hastanesi’nde yitirdik; ben de uzun süre o hastanenin olduğu yöne bakamadım.

Bir de öykü kahramanlarının aşırı sakinliği çekti dikkatimi... Bağırmayan, fısıltıyla konuşan kahramanlar…

Evet, yerinde bir belirleme. Öykü kahramanları biraz da benim demek ki. Bana sorarsanız sakin bir yapım var, yüksek sesle sözü sohbeti sevmem, gürültü patırtıyı sevmem. İnsanların da sakinlerini severim. Aradığım türden kimi insanları öykülerimde var ediyorum desem yalan olmaz.

 Yanı sıra öykü kahramanlarınızı fazla ayrıntılı betimlemiyorsunuz? Bir nedeni var mı?

Edilgin değil, etkin okurluktan yanayım. Yalnız o konuda değil, yer betimlemelerinde de kendimi biraz kısıtlamak gereği duyuyorum. Okura, okurun imgelemine, canlandırma gücüne de bir pay kalmalı. Kahramanları, yeri biraz da o kendisine göre var edebilmeli. Bir okur olarak ben de özellikle öykülerde bunu arıyorum.