Sert poyrazın içe işlediği, soğuk bir Aralık gecesi Fransız Enstitüsü’nün kış bahçesinde deneyimimi anlama, anlamlandırma, kavrama çabası içindeydim. Diktatör salya saçarak bağırıyordu. Mezhepçi ırkçı ideolojinin yarattığı büyük korku ülkesinde Faşizm kol geziyordu… bir de HAYALETLER.

Enstitü sahnesinde Laure Marchand konuşmasına “Türkiye ve Ermeni Hayaleti” soykırımın izinde adımlarla başlamıştı. Marchand’ın çalışması bize bin dokuz yüz on beş tehcirinin yol haritasını sunuyordu. Gölgedeki Ermeniler-kripto, Taşın Soykırımı diye çoğalan incelikli çalışma on sekiz başlıkta çerçevelenmişti. Yıllarca süren ve son dönemde hatları belirginleşen kavramların konuşulduğu bir sahnede; mezarlıkların hikâyeleri, paradigmalar.

Yüz yıldır süren demokrasi açığını; katliamı, gasp edilen malları, Ermenilere uygulanan pogromları taşıyıp getiren tarihin içinde yüzleşmeyi deniyorduk olabildiğince, dürüstçe… Doğu Roma’ya gelen ruhlar, hayaletler sokaklarda, sahnelerde... En çok DÜŞLERİmizde, bilincimizin yedi kat dibinde.

Yol haritalarına dalmışım… İzmir fuarının içindeki tenis kulübünde çocukluğumun olağan bir cumartesi günü geçmekteydi. Aram’la olan maçım bitmişti. Aram’ın büyükbabası fuarın yeşilliklerine dalmış sayıklar gibi “-Ev… evimiz, bahçe şu serviden sonraydı” demişti gözleri dolarak. Aram ve ben durumu anlayamıyorduk. “-Büyükbaba neden ağlıyor…” “-bilmiyorum. ” Henüz yangından inşa edilen garabetten haberimiz yoktu. Büyük yangını bilmiyorduk. Leon geliyordu terli “bir set daha atsak mı çiftli. Roz tamam dedi.” Büyükbaba ve ailelerden uzaklaşarak korta ilerlemiştik.

Hayalet ağrıları. Konferansın sebebi anlama, kavrama, konuşma diyalog. Sorulara geçildi işte maskeler o anda düştü. Önce çok bilmiş orta yaşlı bir kadın, akademisyen olduğunun altını çizerek, yakası açılan kavramların bilimsellikten uzak olduğu iddiasıyla konuklara sakilce ayar çekti. Ardından Fransızca konuşan bir bey “Kitapta neden bu isimlere teşekkür ediyorsun” diyerek sesini yükseltti. Soru yerine nefret yorumlarını dinleyen meslektaşım şaşkınlıkla hızlıca notlar alıyordu. Kitapta da işlenen akıl tutulması yaşayarak, yarılan Ermenilerin hikâyesi… Biz o gece şüphesiz; makrodaki şizofreniyi mikroda yaşamaktaydık. Söz istedim. Gomidas’tan bahsedecek yitip giden müzik üzerinden sorumu soracaktım ki arka sıramda oturan kindar grup mensubu orta yaşlı bir başka kadın iğrenen bir ifade ile yüzüme baktı. Sessizce “Ne istiyorsunuz” dedi körleşmiş gözlerle. “-Ne sorcaksın, ne istiyorsunuz, reziller.” Kalbi taşlaşmış kadına biraz daha baksaydım sanırım kafama koca çantasını geçirecekti. Salonda tansiyon yükselmişti. Noel öncesi, hayaletler dolaşıyor! İnsanlar tedirgin, öfkeli, çaresiz utanç içinde

Sevgili Hrant Dink’in ardından örgütlenmeyi öğrenen toplumun bir kısmı Er Sevag’ın tabutunu daha fazla sahipleniyordu. Tiyatro Medresesinin yaratıcısı Sevan Nişanyan mahpusta etimoloji sözlüğünü çalışıyordu. Bizler… Bir kuşak öncesine ait olan ne varsa dışarıda bırakarak GEZİ’de olduğu gibi; Eşitlikçi, seküler, özgürlükçü, bağımsız dayanışmacı yeni bir toplumsal düzenin kurucu iradesi olmaya hevesliydik. Yeni yıl umutla, başkaldırıyla geliyordu Doğu Roma topraklarına.

Yirmi birinci yüzyıl- ilk çeyrek dilimi tamamlanırken insanlık yeniden sahnede; kış ortasında haziranlaşacağımız günleri düşlüyordum. Şafaklar boğaza açılan bir pencere önünde yeni evde portakal ağaçlarının bitişiğinde dirim içinde. Nymphe’nin kalbinden –iftiralar, manipülasyonlar- sürülüşümü anlamaya çalışarak; Kevorkian'ın çıkardığı sürgün haritasının benzerini muhasebeler iç çekişlerle yeniden çiziyordum.

Kitap Fransa'da da Actes Sud yayınevinden 'La Turquie et le fantôme arménien
Sur les traces du génocide' adıyla basıldı.