Özgürlük dediğiniz nedir ki? Bir uzuv. Ancak yitirdiğinizde eksikliğini hissedersiniz. Kimileri neyi yitirdiklerinin farkında bile değil. Belki de hiç böyle bir uzuvları olmadı. Farkında olmayanlara bir sözüm yok, asıl sorun farkında olup da özgürlükleri için savaştıklarını sananlar. Ve onlara Spinoza’nın bir çift sözü var: “Monarşik yönetim biçiminin büyük sırrı ve derin çıkarı, insanları dizginlemesi istenen […]

Özgürlük dediğiniz nedir ki? Bir uzuv. Ancak yitirdiğinizde eksikliğini hissedersiniz. Kimileri neyi yitirdiklerinin farkında bile değil. Belki de hiç böyle bir uzuvları olmadı. Farkında olmayanlara bir sözüm yok, asıl sorun farkında olup da özgürlükleri için savaştıklarını sananlar.

Ve onlara Spinoza’nın bir çift sözü var: “Monarşik yönetim biçiminin büyük sırrı ve derin çıkarı, insanları dizginlemesi istenen korkuyu din kılığına sokarak onları aldatmakta yatar; insanlar böylece sanki kurtuluşları için savaşıyormuşcasına kölelikleri için savaşırlar” (Deleuze). Çağımız, kölelikleri için savaşanların çağı. Ve Spinoza ile birlikte sormayı sürdürüyoruz: “Neden insanlar, sanki özgürlükleri için savaşırlarmışcasına kölelikleri için savaşırlar? Neden sadece özgürlüğü elde etmek değil, özgürlüğe katlanmak da bu kadar zordur?” Zordur çünkü, uzuvlarınızı kullanmanız gerekir ve yitirdiğinizde acısını hissetmeniz ve eksikliğini her an duyumsamanız. Yitirdiğinizde, yerlerinde yoktur; yerinizden kalkıp yürüyemezsiniz; uzanıp başkalarına dokunamazsınız. Ve kendi mekânınızı yaratamazsınız. Uzuvlarını kullanmayan bir beden salt bir gövdedir. Gövdeleri istediğiniz yere yerleştirebilir ve istediğiniz işlevle donatabilirsiniz.

Gövdeler, iktidarların elinde bir silaha dönüşebilir mesela. Ve savaşlarda gövdeleri istedikleri gibi kullanabilirler. Gövdeler birbirlerini kıyımdan geçirirken, işin tuhafı özgürlükleri için savaştıklarını sanacaklar. Savaşlar, duyumsayan bedenleri de uzuvsuz bırakan felaketler. Şiddetli patlamaların ortasında uzuvlarını yitirenler vardır. Ve iktidarlar için savaşlar, bedenleri uzuvsuz bıraktıkları, kederli ve kudretsiz gövdeler ürettikleri fabrikalar. Ve özgürlükleri için savaşıyorlarmışçasına kölelikleri için savaşan gövdeler konuştuklarında iktidarın diliyle konuşurlar. Çünkü artık iktidarın uzuvlarına dönüşmüşlerdir. İktidar kendi bedenini, gövdelerden inşa etmiştir; ne fiziksel ne de düşünsel olarak yürüyebilen gövdelerden hiyerarşik bir kule; tepesinde kendisi, tanrı-kral.

Hayalet uzuv sendromu ilk kez, 1862 yılındaki Amerikan İç Savaşı sırasında doktorluk yapan Weir Mitchell tarafından tespit edilmişti. Uzuvları kesilen çoğu hasta, yitirdikleri uzuvlarını, “gerçekten yaşayan organlarından çok daha canlı şekilde hissetmeyi sürdürüyor” (Lehrer, Proust Bir Sinir Bilimciydi, BÜY). Mitchell bu olguyu bedenin belleğine bağlıyor: “Beyin ve beden birbirine o kadar bağlıdır ki zihin bedenin eksik parçasını her daim hisseder ve kısmen bile olsa insana sahip olmadığı bir şeye sahip olduğu bilincini saklar.”

Neyi yitirdik acaba? Bir şeylerin eksik olduğunu seziyoruz, ama tam olarak hayatımızda eksik olan şeyin adını koymakta zorlanıyoruz. Bir zamanlar sahip olduğumuz ya da olamadığımız, yine de eksikliğini duyumsadığımız bir şey. Asla yüzeye çıkmasa da ya da aktüel hâle gelmiş olmasa da virtüel olarak tenimizin altında kıpır kıpır kaynaşan bir şeyler var. Sokaklarda dolaşırken, iş yerinde çalışırken, gece uykularımızda bize musallat olan bir şey. Ya da dolapların içine kapattığımız, karşılaştığımızda bizi korkutan bir şey. Bir hayalet belki de; bizi hayal etmeye zorlayan bir şey. Sakın özgürlüğünüz olmasın bu? Özgürlük, hayalet uzvumuz.

Hayallerimizi ne yazık ki metalar süslüyor şimdi, ne çok sahip olunacak şey var. Özgürlük metalara hiç benzemiyor. Metalar, hayalet uzvumuzu unutturmaya yarıyor. Ama unutturur mu kendisini hiç? Bizi taciz etmeyi sürdürüyor. Metalarla, yitirdiğimiz uzvumuzu gidereceğimizi sanıyoruz ama olmuyor; sahip oldukça iktidarın bedenine gövdeler olarak daha fazla yerleşiyoruz.

Ve özgürlük, “özgürlük deneyimi” olarak dilimizde kupkuru bir kavrama dönüşüyor. “Özgürlük deneyimi diye bir şey yoktur: Özgürlük bizzat deneyimdir” (Jean-Luc Nancy). Özgürlüğü hayal etmeniz de yetmiyor; denememiz, toplumu bir deneyim alanına çevirmemiz gerekiyor. Yitirdiğimiz uzvumuzu hep birlikte kazanabiliriz ancak.