Hayaletler
Fotoğraf: Pixabay

Semiha DURAK

Haftaya kasvetli, karanlık ve soğuk kış günleriyle örtüşen iki kötü haberle başladım. Pazartesi sabahı, İngiltere Yüksek Mahkemesi, sığınmacı göçmenlerin Ruanda’ya gönderilmesi için hükümetin yaptığı anlaşmanın hukuka uygun olduğuna karar verdi. Aynı gece İngiliz müzisyen Terry Hall’un öldüğünü öğrendim. Henüz 63 yaşındaydı. 70’lerin sonu, 80’lerin başında Thatcher Britanya’sındaki gençlerin sisteme duyduğu hoşnutsuzluğun sesini duyuran, tüm zamanların en iyi şarkılarından biri olan Ghost Town’a ses, ışık, can vermişti. Kırk yıl sonra dirilen ve sanki ikinci hayatına başlayan Ghost Town, pandeminin ilk günlerinde, karantina yürüyüşlerimde en çok dinlediğim şarkılardan olmuştu. Artık ‘Hayalet Şehirler’de yaşıyorduk. Şarkı olay yeriyle, dekorla uyum sağlıyordu.

Terry Hall, geçen yıl verdiği bir röportajda şarkının hikâyesini anlatırken, doğduğu kasaba Coventry ve kuzeydeki diğer kasabalarda karşılaştıkları manzaradan etkilendiklerinden söz ediyordu: Kapanan fabrikalar, işsiz kalan insanlar… İktidardaki sağcı hükümetten ve yeniden yükselen ırkçılıktan duyduğu umutsuzluğu belirtirken, “Değişen bir şey yok, hatta geriye doğru gidiyoruz” diyordu. Sahneden, Neo-Nazilerle çıkan kavgaların ortasına atladığı günleri hatırlarken, son yıllarda dile dolanan “müziği sev, ırkçılıktan nefret et,” sloganını papağan gibi tekrar etmenin yeterli olmadığını söylüyordu. Savaşmak kelimesinin altını çiziyordu.

Hayat pahalılığı, kriz, işsizlik ve yoksulluğun dört yanı sardığı kasvetli zamanlar Thatcher dönemini andırıyor belki ama o dönemin manzarasından farklı bir şeyler var. Daha doğrusu bir şeyler yok, eksik. Irkçılık, haksızlık ve yoksulluğa karşı sokaklarda hala bir ses, ışık, hareket yok.

Terry Hall’un Ghost Town şarkısında söylediği gibi hükümetin gençliği yani geleceği rafa kaldırdığı açık. Ama sanırım şu an en çok kendisiyle kavga halindeki gençliğin ayağa kalkıp savaşacak hali yok.

Gaslighting” ve “ghosting” bu yıl, internette anlamı en çok aranan, cümle içinde en çok kullanılan kelimeler olmuş. Bütün dünyada! Anlamını bu kadar iyi bildiğimize, dersimizi böylesine iyi çalıştığımıza göre, en yakınımızdan gelecek tehlikeler konusunda bir savaşçı kadar donanımlıyız. Bizi kapana kıstıran, sıkıştıran ve görmezden gelen narsist kişiler ve yürümeyen ilişkiler konusunda gerçek birer uzmanız. Fakat bu uzmanlık bize tam olarak ne kazandırdı, bundan emin değilim. Zira herkesten ve hatta kendimizden sürekli bir şüphe halinde yaşıyor gibiyiz. Galiba gerçek düşmanın aslında kim olduğunu unutmaya başlıyoruz. Aynı şeyleri tekrar edip kendimizle kavga ederken sorunların asıl kaynağını görmezden mi geliyoruz? “Gaslighting” ve “ghosting”in gerçek ve en acımasız uygulayıcılarını, yaratıcılarını ıskalıyor muyuz? Bizi köşelere, kapanlara kıstıran ve her daim görmezden gelenleri. “Narsist” sözcüğü en çok Boris Johnson’a yakışmıyor muydu? Ya da onun yerini alan Rishi Sunak’a? Peki İçişleri Bakanı'nın yaptıklarına ne demeli? Nefret ve aşağılamayla dolu hakaretlerini neden hala görmezden geliyoruz?

Bu kasvetli manzaranın içinde umut veren hareketlilikler yok değil. Karanlık ormanda eve dönüş yolunu gösteren küçük kırıntılar gibiler. Kendi kitlesine gün geçtikçe daha da yabancılaşan Labour Party’nin (İşçi Partisi) Başkanı Keir Starmer’a rağmen grevler, toplantılar sürüyor. Bir süredir grevde olan demiryolu işçileri, postacılar ve öğretmenlere bu hafta hemşireler de katıldı.

Ve ardından ambulans çalışanlarının grevi başladı. Ama grev duyurusu basında şu şekilde yer buldu: “Yalnızca ölmek üzereyseniz ambulans çağırın.” Morg soğukluğunda, distopya filmlerinden bir sahne kadar tüyler ürperten bir başlıkla!

Grevlerin kitlesel bir harekete dönüşmesinden korkan iktidar, kendi korkusunu bütün iktidarlar gibi dişini göstererek, korkutarak bastırmaya çalışıyor. Greve kırıcı bir darbe, greve gidenlere de gözdağı niyetine, silahlı kuvvetler göreve çağrıldı. Önümüzdeki günlerde Londra sokaklarında askerlerle karşılaşırsanız korkmayın. Amaç, grevdeki sağlık çalışanlarından oluşan boşluğu doldurmakmış. Rishi Sunak 20 milyon sterlinlik yeni savaş uçaklarıyla poz verirken, hemşireler için maaş artışını karşılayamayacaklarını söylüyor. Geçenlerde de grev karşıtı yasa çıkarmayı planladıklarını açıkladı. Üzerinde ivedilikle çalıştıkları bir konuymuş. İnsan hayatını ve geçim kaynaklarını korumak adına yapacaklarmış bunu. Bir de sendika liderlerinden özellikle Noel zamanı insanları rahatsız etmenin doğru olmadığını anlamalarını bekliyormuş. Gaslighting, ghosting ve narsist kavramlarının personifikasyonu gibi adeta.

Aynı anda hem manipüle edilen hem de görmezden gelinen, gaslighting ve ghosting mağduru işçi sınıfı, 1930’lardan bu yana en büyük ekonomik sıkıntıyla karşı karşıya. Böyle bir durumda öfkeyle sokaklara çıkması beklenen halk, geciken trenlerden, sahibine ulaşmayan mektuplarından, hastane kuyruklarından, ambulansa binecek kadar içip sarhoş olamamaktan şikâyet ediyor. Şimdilik. Çünkü her şey değişir. Öyle değil mi? Hem de bir anda. Küçük bir kıvılcıma bakar her şey. Ve doğru zamana. Buna inanmak istiyorum.

Geçtiğimiz cumartesi Labour Party’nin sol kanadının düzenlediği Dayanışma, Mücadele, Sosyalizm başlıklı konferansa katılmıştım. Gün, “İngiltere ve dünya kargaşa içinde-Krizi anlamak, daha iyi bir geleceği kazanmak” konulu tartışmayla başladı. Konuşmacılardan biri olan Labour Party milletvekili Jon Trickett, “Gazı yakıp kaloriferini açmaya gücü yetmeyen seçmenler olduğunda ve enerji şirketleri milyarlar kazanmaya devam ettiğinde başkaldırının zamanı artık gelmiştir” diyordu. Başka bir oturumda Profesör Özlem Onaran, krize yol açan itici gücün enflasyon olduğunun bir söylenti, krizin gerçek nedeninin ise milyarderlerin kârından başka bir şey olmadığını anlatıyordu. Çözümün enerji, kiralar ve gıda üzerindeki fiyat kontrolleri olduğunu açıklıyordu. Mevcut hükümetin bu çözüm önerisine yanaşmayacağını sanırım tahmin edebiliyoruz.

Sağcı iktidarların aynı anda hem insanlığa hem gezegene karşı artık açıktan yürüttüğü şiddetli saldırıya karşı direnmek ve savaşmak gerekiyor. Ama nasıl? Çağın varoluşsal sorunlarından biri olan iklim krizi mücadelesini, sınıf hareketlerini, ırkçılık, eşitsizlik karşısında ses çıkaran bütün hak savunucularını dayanışma içinde bir araya getirmekten başka çare yok. Orman karanlık ve eve dönüş yolunu bulmak gittikçe zorlaşıyor. Her geçen gün artan kıstırılmışlık, sıkışmışlık hissiyle boğulduğumuz hayalet şehirlerde sessiz hayaletler gibi yaşamaya devam edeceğiz yoksa.

Noel zamanı hayaletlerden bu kadar söz edince Charles Dickens’in hayaletini çağırmış olmalıyım. Aklıma düşüp kendini hatırlattı. Zaten İngiltere’de Dickens’sız bir Noel düşünülemez. 1800’lerin sonunda yazdığı Bir Noel Şarkısı, Victoria İngiltere’sinden bugüne dek popülerliğini kaybetmeyen eserlerden.

Hayaletli folk hikâyelerin anlatıldığı, sembollerle örülü bir alegori olan Bir Noel Şarkısı’nın konusu da yine bugünü anlatıyor gibi. Sınıfsal eşitsizliklerin yaşandığı, yoksulluğun görmezden gelindiği bir toplumda Noel’in keyfini çıkaran zenginler ve zor koşullarda yaşayan yoksul işçi çocuklar. Yüzyıllardır buralarda değişen bir şey yok gibi. Hikâyedeki ana karakter Scrooge duyarsız, nefret dolu ve bencil kişiliğiyle Sunak ve Braverman’ın ya da onlardan öncekilerin bir kopyası gibi. Fakat Dickens’in hikâyesinde ‘Geçmişin’, ‘Bugünün’ ve ‘Geleceğin’ hayaletiyle karşılaşan Scrooge’un karakterindeki dönüşümün gerçek hayatta bir karşılık bulamayacağı, ne Sunak’ın ne de Braverman’ın hayaletlerle karşılaştığında duyarlı ve yardımsever insanlara dönüşmeyecekleri aşikâr. Bir hayalet gibi görmezden gelinen sokaklardaki pasif kalabalıklar artık görünür olmayı seçtiğinde gerçek bir dönüşüm başlayabilir ancak.