Çocukluğumun geçtiği eski İstanbul semtinde, tren yolu ile cadde arasında kalan toprak alanda oynanırdı futbol. Şimdiki gibi gıcır gıcır lisanslı ürünlere ulaşmak mümkün olmadığından herkes tuttuğu takıma göre işportadan aldığı “formamsı” tshirtleri giyerdi. Kendi aramızda yapılan maçlarda herkes birbirini tanıdığından olsa gerek ayırıcı bir şey yapılmaz; geleneksel adımlaşma sonrasında adamlar seçilir ve oyun başlardı. Kendi içimizde oynasak da bir saat için en yakın arkadaşınız bile rakip takımın “kendi adamı” olurdu. Okulda mahallenin ne olduğu anlatıladursun biz mahalle kavramı için fiziki değil demografik şartlar arardık.Genellikle birkaç sokak öteye ve hatta bazen arka sokağa “öteki mahalle” denirdi. Öteki mahalle ile yapılan maçlar ise genelde kavga ile biterdi.

Gel zaman git zaman transfer kelimesiyle tanıştık. Önce Anadolu’dan takımlarımıza gelen futbolcuları gördük. Araştırma şansımız olmadığından her gelene “haydi inşallah” ruh haliyle bakıp, transfer paralarını bu kadar ağzımıza dolamazdık. Derken ezeli rakiplerden adam kaçırma dönemi başladı. Kulüp yöneticileri rakipte oynayan futbolcuyu kaçırıp, zorla (!) imza attırıyordu. Mahallede ise işler biraz daha naifti. Transfer borsası gazoz, cips, çikolata; pahalı da top ile yürüyordu.

Günümüzde ise futbol gerçekten borsada. Duruma bakılırsa da bu Temmuz iyi transfer yaptı. Eto’o derken, Podolski, Nani ve şimdi de Robin van Persie! Olaylar artık kimin daha uzağa işeyeceği boyutuna geldi. Büyük takımlar düğünde takı yarışına girmiş dünürler gibi borç harç demeden oyuncu transferine devam ediyor. Taraftar bir yanda gayet soğukkanlı “Tabii gelir oğlum bizim neyimiz eksik” derken diğer yanda Nani’yi alanda öyle bir karşılıyor ki Dünya Savaşı’ndan dönse hısmı akrabası öyle karşılamaz.

Elbette futbolun ilk oynandığı zamanlarda transfer denen bir karın ağrısı yoktu. Futbolcular istediği kulüpte, istediği kadar oynuyor; beğenmezse gidiyor hatta aynı anda birden fazla takımda oynayabiliyordu. Takvimler 1885’i gösterdiğinde Futbol Federasyonu olayı fazlaca karışık buldu ve bir düzenleme ile her futbolcunun kulübüne kayıt olması şartını koştu. Dolayısıyla artık iki takım için oynamak da hayal oldu. Gel zaman git zaman sezon içi ve sonu takım değiştirmeler de göze batmış olsa gerek ki takım izin vermedikçe oyuncu gidemez duruma geldi.
Yıl 1893’ü gösterdiğinde ise futbolcuların para ile alınıp verilebileceği fark edildi. Tarihteki ilk transfer için farklı kaynaklarda farklı bilgiler olsa da Blackburn Rovers’ın 31 maçta 36 gol atan yıldızını 400 pound karşılığında Everton’a kaptırması ilk olması muhtemel transfer. Sonrasında futbol camiası para ile saadet olabileceğini anlıyor ve alışveriş başlıyor.

Bizde ise transfer konusu biraz karışıktır. O nedenle mantık kuralları çerçevesine sığdırmak pek mümkün değil. Hayali ihracat dönemi çocukları olduğumuzdan olsa gerek transfer ile ilişkimiz de genel olarak ithalat düzeyindedir. Aldıklarımızı yere göğe sığdıramaz; bizden dışarı gidenlere de genel olarak “Torinolu Şaban” mualemelesi yapma eğilimindeyizdir.

Zamanında kulübü Altıntepsi’den 12 futbol topu karşılığında Galatasaray’a transfer edilen Arda, Atletico’dan sonra dünya devi Barcelona’ya transfer oldu. Hem de öyle böyle değil kulübün tarihindeki en pahalı dördüncü futbolcu olarak. Fakat onun bile pek yarandığı söylenemez. Taraf olmak ve suyunu çıkartmak ata sporumuz olduğundan bir kavgadır başladı. Sonuçta tüm resmi sitelerde Arda’dan Türk futbolcu olarak bahsediliyor yani Galatasaraylı olarak değil. İster sevin ister sevmeyin; görüşlerini, yaşam tarzını ister beğenin ister beğenmeyin oratada büyük bir başarı vardır.

Derdim milliyetçilik ya da göğsümüzün kabarması değil. Bir futbolcunun küçük bir semt takımından dünya devine ulaşan azim ve başarı hikayesi. Yok dört yıldır İspanyolca öğrenememiş, gidip de kimi kesecekmiş takımdan, altı ay zaten oynayamayacakmış sonra da oynatmazlarmış... Adam dünyanın en pahalı futbolcularından biri oldu, Messi ve Neymar ile takım arkadaşı oldu. Zamanında video oyununda aldığı takıma oyuncu oldu, bu da mı gol değil yani?