Katilden himmet ve minnet dilenen toplumlar, gözlerinden dünyası sökülmüş çocukları için yas tutamazlardı.
Ağaçlar utanır, hışırtılı silkinişle yaprak döker, gövdelerini toprağa eğerdi ama. Bakışları bile, başkaları için hayatı güzelleştirmeye yeten çocuklardan geride kalan kuru kalabalık ilk önce onların bir hayatın sahibi olduğunu inkâr ederdi.

Çocuklar gittikten sonra ortalığı kesif bir ıssızlık kaplamaz, kimsenin boğazında iri bir yumruk yerleşmez, sabahları göğsünü tarifsiz sıkıntılar basmazdı.

O çocuklar canevlerinde ağırlanamaz, dudaklardan mırıltılı dualar dökülmezdi.

Her biri kan pıhtısından farksız klişe yığınları birbiri ardına sarf edilirken kalabalık kitlelerin, katilleri haklı çıkarma gayreti bize verilmiş kederli ceza olurdu.

Çocuklar gizlice aceleyle gömülür, öldürülmüş olmaları sanki onların işlediği “en büyük suç” gibi fotoğrafları sarartılır ve ne bir zaman yaşadıkları ne de nasıl katledildiği bilgisi akıllarda tutulurdu.

Kalabalıklar, gözlerinin önünde katliamları sorgulayanı, yas tutanı görmek istemezlerdi.

Devletin tutulmaya “değer” yasın kimin olduğunu onlara tebliğ etmesini beklerlerdi.

Beachler ve şezlonglar tıka basa, instagramda tıkındıkları yaz tabakları, hedonist ruhsal sakatlık manzaraları dolu, AVM’ler sıhhatte ve bayramda yurtdışına çıkan yüz binler 250 milyon TL tüketirlerdi.

O sabah 31 insan çığlığının toprağı çatlattığı Suruç’ta bulutlara doğru gövdeleri parçalanan çocukların gördüğü son gökyüzünün altında yaşasalar bile...

Öldürülenler hiç yokmuş gibi, yaşamlarının hiç tanığı yokmuş gibi insan varlığıyla bağlantıları olmamış gibi farz ederlerdi.

O yüzden de katilleri ortalığa salıp sonra “milli” şefkat ve merhamet besleyen rejimle kucaklaştıkları puslu kavşakta “hayat-olmayan” bu şeyi de yaşamak sanacaklardı.

Başkalarına karşı ahlaki yükümlülüklerini yerine getirmek üzere Suruç’a şarkılarla, el çırparak gidenlerle, aralarında aşılamaz dünya engeli de buydu zaten.

Faşizan rejimlerle kitlelelerin kaynaştığı, gerçeklerden koparak, insani olandan köklüce arındığı, iyi ve kötü muhakemesinin bittiği “milli yükseliş” histerisi buradan ateşlenirdi.

Savaş tıslamalarıyla, çıngıraklı hınç örgütlenmesi yurt sathında seferberliğe çağırırdı.

Suruç’ta bir kamyonet kasasında yan yana duran sırt çantaları ise eve dönüşün “şenlik” olmayacağını anlatıyordu.

“Şenlik” şimdi Suruç Katliamı üzerinden “Savaş tertip” planını, yeni seçilmiş parlamento temsilini gasp edip, devreye sokan “milliyetçi-militer” ara rejime aitti.

Çocuklar defnedilmeden anında kurulan kürsüden, kan sızan tarihimiz boyunca afiyetle yaş üstüne yaş alan “soğukkanlı” egemenler yine savaş anonslarını geçmekteydi.

Şehirli, batılı, laik, liberal, tüketim çılgını orta sınıf, “milli solcu”, pop faşist, lümpen muhafazakâr, köktenci tüm Türk-Sünni kesimlerin “faşizan” dinamik sinerjisi Kürt nefretinde yek vücud oluyordu.

Terörle mücadele adıyla açılan ve sol, Kürt ve demokrat muhalefetin süratle IŞİD hücreleri yerine doldurulduğu bu “faşizan alana” gönüllü kitleselliğin dalga dalga eklemleneceğinden hiç kuşkuları yoktu.

Savaş hali, pusuya düşürülmüş polis ve asker tabutlarıyla açılacak iç savaş hattı, Batı militer- emperyalist blokuna bağrınıp bağrınıp Suruç Katliamı sonunda kendini şıp diye bu koalisyona yerleştiren İslamcı rejim için hayal ötesiydi..

Bu hayali yıkmak, seçim öncesi şehitlikte bayrak-ezan-dualı kamu spotuyla ön hazırlığı yapılan “iç savaş tertibini” yıkmak, Suruç’ta katledilen çocukların hatırasından alacağımız ilham ve cesaretle bizim insanlık görevimizdi.