Emre Erbatur Toplumlar da bireyler gibi melezleştikçe, başka bir deyişle kendi ötekileriyle ve ötekilikleriyle uyum içinde yaşayıp kaynaştıkça her anlamda zenginleşip özgürleşirler ama aynı toplumlar ve bireyler kimi zaman devletlerinin elinde her anlamda yoksullaşıp sığlaşırlar ve kendi içlerine kapanırlar. Sevgi dolu bir toplumun melezliğe gereksinimi vardır. Oysa devletlerin siyaseti ve kapalı kapılar ardındaki hesapları bu […]

Hayat bir kumarsa insan  tarihinden ne umabilir?

Emre Erbatur

Toplumlar da bireyler gibi melezleştikçe, başka bir deyişle kendi ötekileriyle ve ötekilikleriyle uyum içinde yaşayıp kaynaştıkça her anlamda zenginleşip özgürleşirler ama aynı toplumlar ve bireyler kimi zaman devletlerinin elinde her anlamda yoksullaşıp sığlaşırlar ve kendi içlerine kapanırlar. Sevgi dolu bir toplumun melezliğe gereksinimi vardır. Oysa devletlerin siyaseti ve kapalı kapılar ardındaki hesapları bu sevgiyi köreltir. Bireyler arasına nifak tohumları eker, ortak çıkarlarında onları bencilleştirir, birbirlerine olan güvenini zedeler. Kendi ötekilerine güvenmeyen bireyler kendilerine de güvenemezler. Zamanla insanların yaşamı denetleyemedikleri bir suyun rastlantılarla dolu girdabına dönüşür. İnsanlar yaşamlarında oradan oraya savrulmaya başlarlar. Üstelik yaşamlarının denetimini rastlantılara bırakan, giderek yaşamaktan korkan bu savruk insanlar bireysel ve toplumsal tarihlerini de heba eder. Çoğu kez bu hebadan dönülemez ama bazen, kumarda olduğu gibi şans döner, Şeytan’ın bacağı kırılır ve insan tüm engellere, olumsuz duygulara, karanlık düşüncelere karşın kendine bir çıkış yolu bulur, dayanışır, paylaşır ve nefes alacağı bir dünya yaratır, yaratabilir. İnsan kendini sıradanlaştıran ve zavallılaştıran bu rastlantı girdabına karşı yine de inatla düşler kurabilir ve düşlerini hayata geçirebilir. Düşlerini hayata geçirebilen insan unutmaz, unutmayınca oturup tarihini yeniden yazabilir. İnsan sadece düşünen değil, kendi tarihini muktedirlerin elinden geri alıp yeniden yazabilen hayvandır.

Orhan Berent’in 2018 yılında Delidolu etiketiyle yayımlanan romanı işte böyle bir bireysel ve toplumsal tarih yazımı örneği. Yazar, yukarıdaki kimi değinmeleri düşündürürken son derece yalın ama okurunu romanla baş başa bırakmak için de kısmen mesafeli bir anlatı dili yaratmış. Bununla birlikte dipnotlarıyla okuru beslemekten, ona yoldaşlık etmekten çekinmeyen bir anlatıcıyla da karşı karşıyayız. Romanın sürprizlerini yaşamanızı engellememek için çok fazla sır vermeden birkaç not düşeceğim sadece.

Roman sinematografik bir yaklaşımla kurulmuş ekonomik betimlemeler, kısa cümleler, olay örgüsüne dayalı anlatı tutumuyla, kimi zaman monologlara, iç dökmelere dönüşen diyaloglarla ilerliyor. İlk bakışta 1930’lu yılların toplumcu gerçekçi romanlarını andıran yapıt fantastikten korkmamasıyla da çekici bir dünyaya sahip.
Roman bir yönüyle masalımsı bir İzmir tarihi. İzmir tarihi çünkü İzmir Geç Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’nin 1970’lerine dek Türkü, Kürdü, Alevisi, Sünnisi, Yahudisi, Süryanisi, Levanteni ve Ermenisiyle neredeyse tüm Türkiye halklarının tarihlerine tanıklık ediyor. Masalsı çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusalcı politikalarının bir uzantısı olarak zamanla kozmopolitliğinden arındırıldığı için sığlaşan bu kent, toplu göçlere, linç psikolojisine ve seçilmişleri idama sürükleyen zihniyete karşın adaletsizliklerin yarattıkları cehennem hayatıyla cezalarını da buldukları bir ortama dönüşüyor.

Sözünü ettiğimiz sinematografik yaklaşım içinde, İzmir’i boydan boya ve çaprazlama demirağlarla ören, kentin içinden su gibi akan tren yolculukları çevresinde, at yarışlarının rastlantılarla, tahminlerle, düşlerle, hayal kırıklıklarıyla çizilen dünyası üzerinden Türkiye toplumunda yaşama tutunmaya çalışan her arka plandan bireyin öykülerini okuyoruz. Moşe’yle Gülistan’ın, Jolanda’yla Şefik’in, Cahide’yle Şefik’in ağabeyi Ferit’in, Şefik’in babası, Kurtuluş Savaşı’nın sağ bıraktıklarından Ali Asker’in eski kumandanı Mehmet Bey’le sırlarıyla bizi hüzünlendiren Naciye Hanım’ın birlikteliklerinin doğasına, aşklarını yaşarken ya da yaşayamazken yitirdiklerine, özlemlerine ve acılarına tanıklık ediyoruz.

Şefik’in oğlu küçük Ferit de var romanda. O masum çocuk bakışlarıyla, at yarışlarını dolduran erkek kalabalığı içinde kendi dünyasında dönenen babasını arayadursun, birileri fidye için onu kaçırmak ve belki de öldürmek üzere.

Romanda atlar da var tabii. Çöllerin kraliçesi Astarte’nin özgür kadın anlamına gelen adını taşıyan kısrak var örneğin. Şefik’e olan aşkında Jolanda’ya yol gösterecek mi? Atlar da yalnızca vurulmazlar, aşık da olabilirler ve yine tıpkı insanlar gibi ırklarından dolayı birleşmelerine izin verilmeyebilir ama doğa tıpkı sevgi gibi ideolojilerden daha cömerttir ve dolayısıyla melezlik arayışı içindedir. Bir fırtına gecesi girişken kısrak Seklavi 25, çekingen aygır Hurricane’i ikna edebilecek midir? Yanıtlar adını Şefik’in sevdiği ve kazanmasını istediği doru taylardan alan romanın sıcak ama bunaltmayan ikliminde usul usul karşımıza çıkıyor.

Son olarak, tüm bu renklerin, öykülerin sarmalanarak hayat bulduğu 220 sayfalık roman başlıktaki sorunun yanıtını veriyor gibidir: Hayat bir kumarsa insan tarihine yine de umutla bakabilir. Yeter ki muktedirlerin resmi ‘doğrularına’ karşılık kendi ‘yalanlarını’ anlatabilsin, tarihini rastlantıya bırakmasın. Bu bakımdan romanın yazarın kişisel notundan önceki son cümlesi ironik bir tınıya da sahiptir: “Şimdi yalan söylemenin, yalanlarla yaşamanın sırası…” Dolayısıyla, kumarda kaybeden aşkta kazanır klişesini değiştirebiliriz: yaşamını resmi tarihin belirsizliklerle dolu, maddi çıkarların biçimlendirdiği, heyecanlı ama acımasız at yarışı ya da futbol skorlarına bağlı her türlü bahis ortamında kaybeden insanyazın sanatının yine belirsizliklerle dolu ama kucaklayıcı ortamında onu yeniden var edebilir ve kendini ölümsüzleştirebilir. Daha ne isteyelim, haydi, Clarke’ın doru tayları bizi bekliyor!