Cunta lideri diktatör Videla’nın yönetim mekanizması, 30 bin insanı yok etmesine, ülke içinde faşist baskı ve hanedanlık kurmasına ve 1978 Dünya Kupası’nı ‘karanlık’ bir şekilde kazanmasına rağmen rejimi koruyamamıştı.

Darbe döneminin son demlerini yaşayan ve demokrasi taleplerinin gür bir sesle dile getirildiği günlerde, Arjantin’in yönetimini elinde bulunduran Videla cuntası, Falkland Adalarını işgal etti.

1986 yılında Arjantin çeyrek final maçında İngiltere ile karşılaşınca, süreç ister istemez futbol dışındaki Falkland Savaşı’nın sonuçlarına odaklanmaktaydı. Bu her iki takım üstünde baskı unsuru oluşmuştu.

İngilizler dışında kimsenin kızıp eleştirmediği hatta eleştirmek istemediği o “Tanrının Eli” golü ve 10 saniye içinde 5 İngiliz futbolcuya 6 kez çalımladıktan sonra FİFA tarafından “yüzyılın golü” seçilen ikinci golü ile Maradona’nın ‘Sol Ayağı’ savaşa bulaşmadan ve o dönemin liderlerinin aksine, insani bir tavırla zafer kazanarak, ülkesini ve İngilizleri de sıkıştığı bu kısır döngü içinden kurtarmıştı.

Doğaüstü yeteneklere sahip bir futbolcunun, sadece yetenekleri yoluyla barışa katkı yapmasının gücü, oynadığı futbol sayesinde tüm dünya tarafından kazandığı itibarda saklıydı.

Napoli’nin ilk şampiyonluğu da sadece futbol açısından bir başlangıç değildi, bunun aynı zamanda sosyopolitik bir bağlamı vardı. O dönemde, Lega Nord Partisi İtalya’da güneye karşı izlediği bölgesel ve ayrılıkçı siyaseti, İtalya’da oldukça kabul görüyordu. Maradona’yla Napoli’nin başarısı, bu düzene de bir başkaldırıydı… Napoli’nin verdiği mesaj sadece futbolla sınırlı değildi: Mayıs 1987’de Kuzey İtalya yenildi! Güneyde yeni bir imparatorluk doğdu!

Cruyff dünyada transfer rekoru kırarak 2 milyon dolara Barcelona’ya gitti. Ajax Başkanı onu Real Madrid’e satmak istedi ama faşist diktatör Franco’yu sevmediği için daha fazla para vermelerine rağmen Real Madrid’e gitmedi. Yıllar sonra buna “meydan okuma” diyecekti.

Franco diktatörlüğü döneminde rejimin siyasal, toplumsal ve kültürel alanlarda uyguladığı baskı, spor alanında özellikle futbol üzerinden de yaşanmıştır. Mussollini ve Salazar geleneğini takip eden Franco, rejim yanlısı duruşun yanı sıra, kendisini farklı şekillerde ifade etmek isteyen muhalif siyasal, toplumsal ve milliyetçi unsurlar bu alanı kullanmıştır.

Futbol alanında ortaya çıkan bilhassa El Clasico rekabeti kendisini çok farklı şekillerde var etmiştir. Özellikle 1931 yılında Cumhuriyetçi geleneğin etkisiyle armasındaki kraliyet simgelerini atan o zamanki adıyla Madrid Kulübü, iç savaşın ardından rejim tarafından sahiplenilmiş ve armasına yeniden kralcı geleneği temsilen taç eklenmişti. Futbol üzerinden toplumu dizayn etmesi ve Bernabeu Stadı için 60 bin kişilik uyku tulumu amacıyla yaptırılma talebi süreci tetikleyen unsurlardı.

Bölgesel kültürlerin ve dillerin Franco rejimi tarafından bastırılması ve iç savaşta Cumhuriyetçi tarafta yer aldığı için cezalandırılan Barcelona şehri, muhalif kimliğini futbol takımıyla yansıtmıştır. Benzer bir durum Madrid kentindeki diğer bir spor kulübü olan ve işçi sınıfı ve Cumhuriyetçi geleneğe sahip çıkanlar tarafından desteklenen Atletico Madrid için de geçerlidir. Kulüp kralcılara karşı direnişin adresi olagelmiştir. Franco rejimine silahlı direniş de dahil olmak üzere farklı şekillerde direnen Bask topraklarındaki muhalif kimlik Atletic Bilbao kulübünde temsil edilmiştir.

İspanya’daki futbolun ilk dönemleri şu andakinin aksine tekniğe değil fizik güce dayalıydı. İspanya’nın futbolu, Franco’nun diktatörlüğüyle birlikte iyice ana akım haline gelen “La Furia” yani “Öfke” olarak adlandırılıyordu. Maçların oynandığı sahalar savaş alanları, futbolcular askerler gibi tasvir edilirdi.

O sezon Cruyfflu Barcelona, Real Madrid’i kendi sahası Bernabeu’da 5-0 yenip, şampiyon olarak faşist Franco’ya tarihinin en büyük futbol mağlubiyetini yaşattı. Katalanlar; faşist rejimin Franco’nun ölümüyle değil, Barcelona’nın Cruyff önderliğinde Real Madrid’i yenmesiyle bittiğini söyler!

Bu aynı zamanda, sahadaki Franco öfkesinden, Cruyff’un demokratik tiki-takasına geçişin hikâyesidir.