Albert Camus hayata dair mücadelenin umuttan azade olması gerektiğini ve hatta kutsanacak tek şeyin hayat değil mücadelenin kendisi olduğunu Sisyphos Söyleni’nde anlatır. Sisyphos mücadeleyi dünyaya karşı değil kendine karşı vermektedir. Umut etmez, sadece mücadele eder. Camus insanın kendi eylemlerine olan yabancılaşmasını ise Yabancı’da işler. İnsanın dünyadaki herkesi ve her şeyi nesnel bir şekilde ele alışının yarattığı sancıları anlatır. Aslında her iki kitap da “insandan gayri bir dünya” algısının yanılgılarını hissettirmek için yazılmışa benzemektedir. İçinde yaşanılan dünya yoktur. Parçası olunan bir dünya vardır.

Tam da bu nedenle hayat insanın kendisine karşı örgütlenişidir. İlk örgütleniş insanın aklı ve kalbiyle dünyayı bir bütün olarak kavramasıdır. Kendisinden ayrı bir dünya olmadığını, değiştirilmesi gerekenin de, kirlenenin de, kirletilenin de aslında dünya değil kendisi olduğunu anlamasıdır. Bu örgütleniş olmadan gerçekleşecek her örgütleniş kuru bir masaldan ibarettir.

Dünyanın kirlendiği ve bu kirli dünyada bulunan hiçbir şeyin de bu kirlilikten azade olamayacağı gerçeğinin kendisi bile bu kirliliğin ürünüdür. Dünyayı, içinde olunan ve kendi kapladığımız hacmin dışında yer alan, aklımızla anlayabildiğimiz ve etkileşime girdiğimiz bir şey olarak algılamanın kendisi bu kirliliğin ürünüdür ve içinden çıkılmaz hallerimizin çoğunun müsebbibidir. İnsan dünyanın içinde değildir. İnsan dünya denilen ve kendimizin dışında görmeye alıştırıldığımız gerçekliğin bir parçasıdır, uzantısıdır ve hatta çoğu zaman en önemsiz parçalarından birisidir. David Hume’un dediği gibi aslında “Bir insan hayatının değeri denizin dibindeki istiridyenin hayatı ne kadar değerliyse o kadar değerlidir”. İnsan merkezci her çözümleme, her anlayış ve ideolojinin “dünyayı değiştirmek üzere” harekete geçtiği anda başarısızlığa uğramasının nedeni de, bence, budur. Değişim denilen şeyin bizim dışımızdaki dünyadan, bizim dışımızdaki sokaktan, bizim dışımızdaki –örneğin- örgütlerden gerçekleşmesi gerektiği algısı her başarısızlığın ilk basamağıdır.

Dünya iyi ve kötüden oluşmuştur. Tıpkı insan gibi. İyi ve kötü, temizlik ve kir insanın asli parçalarıdır. İnsan kirlenmeden hareket edemez. Kirliliğin insana bir günahmış gibi sunulduğu dünya ise, “sakın kirlenme” diye sürekli telkinde bulunduğu insana temizliğin tek ve saf hiçbir örneğini gösteremeyecek kadar beceriksizdir. Onun için İsa kendisine taşlanmak istemiyle getirilen kadın için kalabalığa dönüp “Ona ilk taşı günahsız olanınız atsın” demiştir. Kirlenmemek değer yaratmak değildir. Kirlenmemek daha da insan olmak hiç değildir. Çünkü kir denilen şey insanın kendisine ait duygularıyla, o duygularına ket vurmak için onları öncelleyen ve kendisine ait olmayan iktidar ağlarının ahlakına başkaldırısıdır.

Camus Başkaldıran İnsan’ın girişinde Empedokles’ten alıntı yapar ve dünyayı kiriyle, temizliğiyle, yalanı ve doğrusuyla, beyazı ve siyahıyla, olduğu gibi alıp bağrına bastığını vurgular: “Ve açıkça ağır ve acılı yeryüzüne adadım yüreğimi ve kutsal gecede, sık sık, kendisini ölünceye dek bağlılıkla, korkusuzca, ağır yazgı yüküyle seveceğime, gizlemlerinin hiçbirini küçümsemeyeceğime söz verdim. Böylece, ölümlü bir bağla bağlandım ona.”

Hayat insanın önce kendisine sonra kendisini kendisi olmaktan çıkarıp değiştirmek isteyen dünyaya karşı örgütlenişidir. Ve her kutsal örgütleniş kutsal bir kirlenmeyi de terkisinde taşımaktadır.