Muzaffer Abi ya da Halit Çelenk veya Bedrettin Cömert… Deniz, Sinan ya da Hrant… Hepsi de… Yazdıkları ve yaptıklarıyla hayatın ‘’hakiki’’ değerlerini hissetmemizi sağladılar. Evet, bu yüzden katlanması zor bir zahmeti ölünceye kadar sırtlarında taşıdılar ve sanki tüm insanlığı kendilerine teşekkür borcuyla bırakarak bu dünyadan çekip gittiler.

Hayat sizin ona verdiğiniz değerdir

“Zaman zaman içinde / Zaman zindan içinde/ Biz mahpusta yatardık/ Yılan, çıyan içinde.”

1940 kuşağı şairlerinden Enver Gökçe’nin kayıp destanı Irgat Yusuf’un Hikâyesi böyle başlar.
Halk masallarında sık kullanılan bir tekerlemedir, zaman zaman içinde. Bir Zamanlar Anadolu’da filmine birçok seçeneğin arasından bu ismi koymamızın sebebi de Anadolu’nun ortasında zamansız ve mekansız bir hikâye anlatmak isteyişimizdi.

Evvel Zaman isimli güncemin bir yerinde filmin senaryo sürecinden söz ederken ‘’Bu filmde derdimiz ne?’’ kısmına şunları yazmıştım:

‘’İnsanın toplumsal bir varlık olarak, bilinmeyen ve görünmeyen yüzünü açığa çıkarmalıyız. (Bu yüzden miydi filmin ilk zamanlardaki adının Mavera olma nedeni?) İnsanın kendini ve başkalarını kandırma becerisini, en kutsal olanla en bayağı olan arasında hızla gidip gelebilme yeteneğini(!) göstermeliyiz. Bu dünyaya, eşimize, dostumuza, çevremize yönelik bitmek bilmeyen hükmetme isteğini, içimizdeki o derin karanlığı anlatmalıyız.’’
Ne çok şey umut etmişiz uzun metraj bir filmden!

Ama insanın kendiyle ve zamanla olan meselesi bitmiyor kuşkusuz. Yaşadığımız dünyaya anlam aramaktan başka bir şey yapmadığımızı düşünürüm bazen.

Zaman ise bambaşka bir boyut. Avuçlarımızın arasından kum gibi akıp giden ve artık anı olduğunda fark edilen bir şey. Ancak kaybedince kıymetlenen bir şeyi nasıl tutabiliriz ki elimizde.

‘’İçinde yaşadığımız zaman, ruhlarımıza zaman içinde kazanılmış deneyimler olarak yerleşmektedir’’ diyen Tarkovski’nin güncesi de Türkçe’de Zaman Zaman İçinde ismiyle yayınlanmıştı.

“İnsanlık kokuşmuş durumda ve insanlar yavaş yavaş birbirlerini çürütüyorlar. Bizi bundan sonra kurtarabilecek tek şey, şu anki sefil ve barbar dünyanın tüm ideolojik kurumlarının düşüşünü sağlayacak yeni bir cadı avıdır” diyen Tarkovski.

Doğru, insanlık büyük bir iştahla kendi ruhunu ve yaşadığı gezegeni tüketiyor. Hayatın tüm alanlarında, bir arada yaşamanın imkânsız hale gelmesi için herkes elinden geleni yapıyor. Hepimizin üzerinde koşulsuzca anlaşabildiği tek değer var artık: Sahip olmak.

18. yüzyılın sloganı mutluluktu, 19. yüzyılınki ise özgürlük. 20. yüzyılın sloganının sağlık olduğunu hepimiz biliyoruz. Daha uzun, daha genç ve daha sağlıklı yaşamak. Her şeye rağmen ve her ne pahasına olursa olsun!

21. yüzyıla da girdik sayılır. Bu çağa hangi ismi koyalım derseniz, ‘’Hadsizlik Çağı’’ yakışır sanırım. Herkesin her şeyi her yerde her biçimde söyleyebildiği, hızla inkâr edebildiği, ölümüne istediği ya da çabucak vazgeçebildiği bir çağ. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin kıymetini bilmeyen insanların doldurduğu bir gezegendeyiz artık.

Bu mesnetsiz özgüvenin sırrı nedir Allah aşkına? Hayatın hakiki değerlerini nasıl hatırlayacağız?

MuzafferAbi ya da Halit Çelenk veya Bedrettin Cömert… Deniz, Sinan ya da Hrant… Hepsi de… Yazdıkları ve yaptıklarıyla hayatın ‘’hakiki’’ değerlerini hissetmemizi sağladılar. Evet, bu yüzden katlanması zor bir zahmeti ölünceye kadar sırtlarında taşıdılar ve sanki tüm insanlığı kendilerine teşekkür borcuyla bırakarak bu dünyadan çekip gittiler.

Bir yazımda onlardan hayatı haiku gibi yaşayanlar olarak söz etmiştim.

‘’Kendi ölüm törenlerine gülerek katılan arkadaşlarımız yaşadı bu ülkede. Çok erkenden büyümek zorunda kaldılar. Öldürülmek için zorla büyütülen kardeşimiz de oldu, Erdal gibi.

Sokaklarda ölenlerimiz de; Abdullah, Ethem, Mehmet, Mustafa, İrfan, Ali İsmail gibi. Hepsi de çok gençti. Ama sayılar nedir ki zaten?
Onlar, hayatın sayısını değil, kalitesini hatırlatanlar... Bir “haiku” gibi, çok az ama çok fazla şey söylemenin aralığındaki o müthiş dengede duranlar.’’
1976 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenciydim. İç Cebeci’de küçücük sefil bir evde kalıyordum. Gri, karanlık ve kirli bir kıştır hep Ankara deyince aklımda kalan. Evin yan tarafındaki Kütahya Öğrenci Yurdu’nda sabaha kadar söylenen kahramanlık marşları. Her gün ölümlere uyanan iç savaş koşullarında bir ülke.

Zafer Çarşısı’ndan çıkmazdım nedense. Kitapların arasında kendimi emin ve güvende hissederdim. O yıllarda Muzaffer Erdost cezaevinden yeni çıkmış olmalı. Kitabevini hatırlayamıyorum bir türlü. Ama mecburi hizmet yıllarında Ahmet Erhan’la birkaç kez ziyaret edip çayını içmiştik. Sessiz, kederli ve hep inançlı bir adam olarak kaldı belleğimde.

Ne şanslıyım, bu insanlardan çevremde her zaman oldu ve ben onlardan, onların eylemlerinden kendi hayatıma vermem gereken değeri ve bana armağan edilen şu kısacık ömrün içini hak ettiği gibi doldurmakla mükellef olduğumu öğrendim her seferinde.

Ülkemize ve dünyaya dair çok şey söyleyebiliriz. Anlatacağımız ve hatırlandıkça keder veren anılarımız çok fazla.

Ama şunu iyi biliyorum, onlar kendi hayatlarına verdikleri değer yüzünden yaşadılar bunca acıyı.

Çünkü hayatınız, tam olarak sizin ona verdiğiniz değerdir. Ne kadar yaşadığınız değil, nasıl yaşadığınız önemlidir.

Bunu biliyordu Muzaffer Erdost ve ‘’bütün dünya tutuştuğu anda ateş insanı yakmaz demenin bir anlamı olmadığına’’ inananlardandı.

Hepimiz bir kez doğarız ve bu bizim elimizde olmayan bir seçimdir. Ama sonrasında yeniden ve kendimizden doğmak elimizdedir. Kendimizi yeniden yaratabiliriz.

Muzaffer Erdost da kendini yeniden doğuranlardan. Kendini yeniden inşa edenlerin kuşağından. Söz söylemenin bedelinin ağır ödendiği bir coğrafyada, inatla ve inançla başka bir dünya hayalini savunmaktan çekinmedi o kuşak. Politikanın edebiyatla bu kadar dostça ve içten bir kucaklaşmayı gerçekleştirdiği başka bir dönem hatırlamıyorum doğrusu.

Hepsi de memleket sevdalısı insanlardı. Edebiyatla politikayı birbirinden ayırt etmeden ve kaba slogancı söylem tuzağına düşmeden nasıl becerdiler bu işi şaşarım.

Muzaffer Abi’nin gazeteciliğe başladığı yıllar Demokrat Partili yılar. Dönemin despotizminin her yere sirayet ettiği zorlu yıllar.

Evrim, Pazar Postası ve Ülke gibi dergilerde yazarlık ve yayın yönetmenliği yapıyor. 1958-63 arası da Ulus gazetesinde çalışıyor.

Sol Yayınları 1964’de kuruluyor. 1971 faşist askeri darbe yıllarında üç yıllık mahpushane dönemi. 74 affıyla çıkış.

7 Kasım 1980. Muzaffer Abi hapisteyken Onur Yayınları ve Sol Yayınları’nı idare eden kardeşi İlhan’ın 12 Eylül faşist darbesinin işkencecileri tarafından öldürülüşü.

Kardeşinden ona kalan kanlı bir palto ve onurla taşıyacağı bir isim, İlhan!

‘’Keşke tüm bu yaşananlar rüya olsaydı’’ demişti Sinan’ın (Cemgil) annesi, evet hemen hepsi de duyduğunuzda keşke bütün bunlar rüya olsaydı denecek acılar yaşadılar.

Hiçbirisinin ateşi çalan ve bu yüzden başına gelenlerden yakınmayan Prometheus’tan bir farkı yoktur nazarımda.

Prometheus insanlara yardım etmeye çalışırken tanrılar tarafından cezalandırılan, ancak acı çekmeyi bilinçle kabul ederek kendi misyonunu yerine getiren bir öncüydü. Direnmek inanmakla ilgili bir şeydir çünkü. İnandığın şeyin bilincinde olmak ve bu yüzden başına gelebilecekler karşısında korkmamak, acı çekmemektir.

Prometheus tanrılardan ateşi çalıp insanlara verdiğinde başına gelecekleri biliyordu. Yüreğinin her sabah bir kartal tarafından yenilmesine, ancak yaptığı işin bilincinde olduğu için direnebildi.

Muzafer Abi, yanı başında canından çok sevdiği kardeşinin ölümüne şahit olmanın, elinden bir şey gelmemesinin acısına başka türlü nasıl katlanabilirdi yoksa?

İnsanın yaptığı işin sonunda başına geleceklerin bilincinde olması kendine saygı duymasından başka bir şey değildir.

Kendisine saygısı olmayanın da başka hiçbir şeye saygısı olmaz, artık sadece bunu biliyorum.