Hayatımın en şaşkın dünü

Can Binali Aydın

Onunla göz göze geldiğimde saat 21’i bulmuştu. Bir saattir karşımda oturuyordu ve ben garsondan buz istemek, Twitter akışını yenilemek gibi hayati şeyler dışında neredeyse gözlerimi ondan ayırmamıştım. Samimiyetsizlikte barlara, kahvecilere, çikolatacılara kafa tutan; duvarlarına türlü Yeşilçam artistlerinin iliştirildiği, köz patlıcanı, biberi affedersin konserve kullanan Kadıköy meyhanelerinden birindeydik. Mekânın arka bahçesiyle arka binanın ön balkonu arasında neredeyse bahçe sayılabilecek bir yerdi burası. Arkadaki binanın girişinde oturan arada kedisinin yanına pencereye çıkan ihtiyar kadınla göz göze geldiğimizde, kendimi işgale gönlü olmayan ama bizzat iştirak etmiş utangaç bir asker gibi hissediyordum. Bahçeleri, kaldırımları, katları doldurmuş insanların evlerine de masa atar olmuştuk işte.

Rasgele çalan parçalar dolup boşalan kadehlerle içli gelmeye başlamıştı. Ezbere Emel Müftüoğlu biliyormuşum meğer. Sol masadaki kadının çatalı dudaklarına değdirmeden dişlerine sürterek kullanması içimi kamaştırıyor, karşısındaki yüksek sesle konuşan adamın el kol hareketleri dikkatimi dağıtıyordu. Bir sigorta şirketinin hafta sonu eğlencesi sandığım uzak masadaki kırmızı yüzlü abiyse kusmadan önceki son şakasına hazırlanıyordu. Nereden baksan cumartesiydi, nereden baksan Kadıköy’deydik yaz da yanımızdaydı. Yine de saat yirmi biri bulmuş, temmuz sıcağı ensemizden sökülmüştü. Mekandaki birkaç müşteri, benimle ilgilenen garson, Afgan komiden sonra nihayet ona olan ilgimi fark etmiş, izlendiğini bilen insanların havalı ifadesini takınmıştı. Barda olsak tuvalet sırasında, içeride olsak sigaraya çıktığımızda tanışabilirdik. Bir şeyi bekleyen insanlar birbirlerini dinler ve anlamaya gayret ederler. Zaman kısıtlı diye herhal. Maalesef bir meyhane bahçesindeydik ve bana tanışacak yer kalmamıştı. Mevcut koşullar halk jürisinin olduğu metrobüste bile biriyle tanışmayı başarmış beni yıldıramazdı. Ne kadar kısık konuşsan da bitişik nizam insanlar senin takatsiz kılacak homurtularını ve sinsi gülümsemelerini sıcak tutarlar.


Şarj aletinizi kullanabilir miyim?

Bedeli sonuna kadar açılmış ekran ışığıyla izlenmiş saçma sapan videolar olan bu dahiyane fikir garsondan şarjdaki telefonunu istemesiyle dank etmişti. Şarj aletini çantasına koymadan yetişmiş, telefonumu hemen masalarının dibindeki prize takmıştım. Arayan soran var mı diye gide gele de ufaktan masaya eklenmiştim. Zeynep 37 yaşındaydı ve bir bankanın insan kaynakları departmanında çalışıyordu. Otuzlu yaşların hemen başında tutkulu bir evlilik yapmış, on ay sonra çıkılan ikinci balayı da boşanmalarına bir şey yapamamıştı. Viyana tatilini yarıda kesmiş, üçüncü gün tası tarağı toplayıp soluğu en yakın arkadaşının evinde almıştı. Laf lafı açmış henüz dert anlatma sırası bana gelmemişken kendimi Zeynep’le caddede bulmuştum. Yol ne kadar yürünesiydi. Bende birer bira içmek fena fikir değildi fakat saat 10’u geçtiği için yokladığımız birkaç tekelden eli boş dönmüştük. Arkadaşımın Antakya’dan getirdiği boğma rakı var desem içer mi diye düşünürken elimdeki anahtar kapı deliğine girmişti bile. Dolapta sağ kalmayı başarmış kutu birayı kupalara bölerken reflekse kardeş payı yapalım diyecektim ve cümle ağzımdan kaçsa muhtemelen ağlayacaktım.

Evimin düzeninden, anneannemden kalan el aynasından, çok eşliliğin tek etmeyişinden, insan beraberinde kendini de götürdüğü için her şeyi geride bırakıp sayfiyeye yerleşmenin yeni bir başlangıç olmayacağından, geçip giden günlerden konuşurken öpüşmeye başlamıştık. Alkolden ve heyecandan ağzım kurumuştu. Kötü yönetmenlere inat masadaki şeyleri bir çırpıda devirip Zeynep’i üzerine yatırmamış, birbirimizi duvardan duvara vurarak camı çerçeveyi indirmemiştik. Normal iki insan gibi sevişiyorduk. Normal insanlar gibi tek elle kopçasını açamadım, sonra iki elle de. İki elle yapamadığım şeyler sürdü ters tuttuğum kondomu takamadım bir süre. Tam işler yoluna girdi derken Zeynep öğürdü. Öyle böyle değil ama orta yere kusacak insanlar gibi hakkaniyetle mide fayından öğürdü. Sağ olsun odamın kapısından klozete kadar kustu. Sonra adet haline getirdi, yarım saatte bir kustu. Toparlamak için uyumalıydı; uzanınca midesi bulanıyor, ayakta da uyunmuyordu.

Kahve içer misin sorusuna “sade” cevabı aldığımda ev arkadaşımdan kalan ketıla benzer plastik küçük kahve makinasına göz kararı kahve koydum. Birkaç dakika sonra mutfağa döndüğümde kahve filmlerde öldürülen iyi adamların kanı gibi ocaktan dolaba, oradan yere sızıyordu. Kardeşim düğmesi olmayan makine mi olurmuş, ne demek fişe takınca çalışıyor. Bu vesileyle evin kahve yapamama makinesiyle tanışmış olmuştum. Ketıl deyip geçmemeli, doğru ellerde bir silaha dönüşebilir.

Aslında bir duş alsa kendine gelirdi. Havlular hemen aynalı dolabın arkasındaydı. Duş gerçekten iyi gelmiş olacak ki beş dakika sonra beni yanına çağırdı. Bu iyiye haberdi, bir buhar bulutunu yararak duşakabine girdim. Boynumdan göğsüme inen sıcak su bir anda ehlileştirdi. Biraz önce yatak odasında mahsur kalmış acemilik uzuvlarımızdan kaydı, yerini usta dokunuşlara bıraktı. Su, vücutlarımızın şeklini almıştı. Burada küçük bir duşakabinin içinde birbirine bu kadar yakın iki insan göz kapaklarından kayan su ve yükselen buhardan birbirini göremiyordu. Kim bilir, belki bir ormanda şelale altındaydık artık. Hayat normal akışına dönüyor derken Zeynep “Arkanı dön” dedi. Halihazırda yeniliklere açık biriydim fakat o, bu gece değildi. Yine de biraz sonra başıma ne geleceğini bilmez halde arkamı döndüm. Ardından ikinci komut geldi: “Çök!” Hızla kabinden çıkabilir, kendimi evden dışarı atabilirdim. Fakat kendi evinden başka nereye sığınabilir insan. Esir alınmış asker teslimiyetiyle diz çöktüm, gözlerim kendiliğinden kapandı. Banyo, yerden tavana kadar geçmek bilmeyen zamanla doldu. Buhardan mı bilmem, nefes almam zorlaştı. Başımın orta yerinde beliren cılız soğukla irkildim önce, sonra hafif şaplak atan eller başımı köpükle doldurdu. Birkaç saat önce meyhanede tanıştığım kadın şimdi beni bir ilkokul çocuğu gibi şefkatle yıkıyordu. Komedi ve trajedi at başı koşuyordu, kim kazansa burun farkıylaydı, gülerken ağlayabilirdik, ya da tam tersi. Zeynep beni lifledi, tastamam yıkadı. Sonra o tararken fön tuttum saçlarını kuruttum. Yumurta haşladığım cezveye benzer şeyle yaptığı gerçek kahveleri içtik. Gün aydınlanıyor, Köşem Market’e fırından gelen ekmek kasası asfaltta sürünüyordu. Sabah uyandığımızda haftaya tekrar rakıya çıkmak için sözleştik. İyi arkadaş olacağımıza ve birbirimizin hayatında kalacağımıza ikna olmaya çalışıyorduk. Hiç araşmayacak insanlar gibi kartvizit alıp verdik. Binanın otomatı yandı, kapı kapandı.

cukurda-defineci-avi-540867-1.