Tolstoy’un garip bir iman hikâyesi var, şaşırtıcı ve elbette üzerinde düşündürücü. Onun hikâyesini garip yapan, ellisinden sonra amansız ve ne yazık ki kimilerine göre anlamsız bir sorunun peşine düşmesi…

Önce niye anlamsız görüyor bazıları, onu açıklayayım. Elbette daha önce amansız da olan soruyu söylemek gerekir, basit bir soru aslında: Hayatın anlamı nedir? Okuyucuya baştan hatırlatmak isterim, bu bir yazı dizisi ve ne yazık ki bazılarını çok ilgilendiriyorken bazıları için de “ultra geyik” bir konu.

1901 yılında Bernard Shaw ününün doruğundayken onunla bir söyleşi yapılır, birçok sualden sonra da Shaw’a “dünya-komedisinin anlamı olarak tek kelime olarak ne söylersin” diye sorarlar. O da açar ağzını yumar gözünü ve başlar sayıklamaya:

“Komediyi üreten anlam için mi? Bu tamamıyla düşüncesiz bir taleptir. Siz bunu tek kelimede yanıtlamamı istiyorsunuz, dünyayı gerçekte nasılsa öyle görebilmek için şimdi bir milyon yaşında değiliz ki. Bizler entelektüel olarak hala bebek gibiyiz: bu belki de bir bebeğin yüz ifadesinin hala nasıl bu kadar güçlü biçimde profesyonel bir filozofu etkileyebildiğini de açıklar… Pekâlâ, biz hepimiz hala anlam dünyasında iki yaşındaki, dünyayı yeni yeni görmeye başlayan bebeklere çok benziyoruz. Bize göre insanlar gerçek insanlar değildir; insanlar kahramandır veya kalleştir, saygın insanlardır ya da suça yatkın cinai insanlardır. Onların nitelikleri erdemdir ya da kötülüğe meyillidir; insanları yöneten doğal yasalar Tanrı(lar) ve Şeytan(lar)dır; insanların sonuçta elde edecekleri ya ödüllerdir ya da yaptıklarının bedelini ödeyeceklerdir; neden/sonuç ya da etki/tepki formülüne göre insanların akıl yürütmeleri çoğunlukla atlar kağnının arkasından gidiyor gibidir. Bana gelip soruyor insanlar, ama kafaları bir sürü uydurma şey ile dolu, başlıyorlar “dünya” diye ve sonra da bunun anlamını soruyorlar, sanki ben ya da başka biri Her Şeyi Bilen Tanrıymışız gibi ve onlara hakikati söyleyebilecekmişiz gibi. Bu oldukça komik bir şey: ne denilebilir ki? Ama insanlar toplumdan dışlandıkları zaman, cezalandırmaya başladıklarında, öldürdüklerinde ve zorla kendi grotesk dinlerini ve gizli suç dolu eylemlerini dayatarak savaştıkları zaman, işte o zaman komedi bir trajediye dönüşüyor. Ordu, Donanma, Kilise, Hukuk Sistemi, tiyatrolar, resim galerileri, kütüphaneler ve sendikalar insanların kümes hayvanlarına yakışır halüsinasyonlarını besleyip büyütmeye ve bu yalanların arkasından gitmeye zorluyor. Yeter artık. Siz benden Mutlak olan, Gerçeklik, İlk Neden gibi konularda boş boş konuşmamı bekliyorsunuz, evrensel bir soru olan Niçin sorusuna yanıt vermemi bekliyorsunuz. Bir kitapta böyle şeylerin yazıldığını gördüğüm zaman doğrudan onu çöp sepetine atıyorum. Günaydın!” (Aktaran Irving Singer, Meanin in Life, s. 1-2)

Freud’a hayatının sonuna doğru “yaşamın anlamı” sorulur: o da her zamanki beylik ve felsefi olarak kifayetsiz tavrıyla yanıt verir:

“Eğer bir insan hayatın değerini ya da anlamını sorgulamaya başlamış ise, aslında o insan hastadır, çünkü nesnel olarak ve amacı yönünden yaşamın ne anlamı vardır ne de değeri. Eğer böyle bir şey yapıyorsa, aslında yalnızca tatmin edilmemiş libidosunda ekstra şeyler olduğunu kabul ediyordur.” Freud’un kendisi de “aşırı kötümser” olduğunu kabul ediyor bu mektubunun sonlarında

“İnsan” diyor Nietzsche “hasta bir hayvandır”. Bir gün bir felsefeci Amerikalı profesöre Freud’un sözünü sormuşlar (W. V. Ouine’e Singer sormuş) “başını sallayarak” onaylamış. Ardından Nietzsche’nin aforizmasını sorunca da eklemiş: “Evet, ama bazılarımız ötekilerden daha çok hastadır.”

Şimdi bunları anlatınca bazılarının hoşuna gidiyor, okuyunca ya da dinleyince gülüyorlar, hatta kahkaha attıktan sonra bunca anlamsız boğuşma içinde iyi geldi diyenleri de çıkıyor.

Benim diyeceğim şu: eğer bir insan hayatının hiçbir döneminde bu soruyu kendine sormamışsa, ya da, kendi vicdanının/bilincinin derinliklerinde eğer bu soru hiçbir zaman billurlaşmamış ise, bilin ki o insan avanağın tekidir.

Hayatın anlamını sorgulamanın ise zerre kadar hastalıkla bir ilgisi yoktur, önemli olan bu soruyu doğru zamanda sormak ve dürüstçe yanıt vermektir. Freud’un yanıtının özelliği “aşırı kötümser” olması değil, tam tersine aşırı riyakâr ve aynı zamanda kaçışçı ahlakın bir özelliği olmasıdır. Nietzsche’nin dediğine geldiğimizde ne görmekteyiz: Nietzsche hasta bir hayvana dönüşmek üzereydi bunları derken, kendisi ne kadar “üst insan”dan söz ediyorsa da, hayatı boyunca başarısız ve sevgisiz yaşadı, en mutsuz olduğunda bile “mutluluk nutukları” atacak kadar bir zavallıydı. Hiçbir zaman olamayan biriydi, ne yapsa olmuyordu ve üst-insan sayıklamaları analitik olarak kendi zavallılığının en açık itirafıdır.
Shaw’a gelince ne görmekteyiz?

Onunkisi en dürüst olanı: ben böyle felsefi sorularla uğraşacak kadar dürüst bir insan değilim, kafam basmaz böyle şeylere, bu soruya yanıt vermek için insanın sarsılmaz ve çiğnemeyeceği değerleri olmalı! Oysaki iyi bilinir ki Shaw değerleri yıkmakla meşguldü. İşin gerçeği “yaşamın anlamını sorgulamak ya da keşfetmek için” insanın her şeyi bilmesi gerekmez, sadece kendi değerlerini bulması ve bu değerler ile uyumlu yaşaması gerekir.

Yaşamın anlamının olmadığını ya da olamayacağını söyleyen bütün düşünürler, filozoflar veyahut da sanatçılara baktığımızda leş gibi bir olguyla karşılaşmaktayız: ömürleri kendi yaşamlarına anlam katacak değerleri üretemeden ve değerler ile yenildikleri için arsızca alay eden insanlardır.

Aslında “değerlerimiz”in paradoksu nettir: Kendi değerlerini oluşturamazsan, yapacağın şey sinikçe Değerler ile alay etmek zorunda kalırsın, bunun karşılığında ise geriye iki şey kalır:

Biri İngilizlerin self-indulgence dedikleri şeydir, şimdilerde Beyaz Türkler buna kendini şımartma diyorlar.

Diğeri de daha korkunç, ama daha gerçek: kendini-hakir görmedir. Bir züğürt tesellisi yani.