Hayata bir anlam aramaya ilişkin daha önceki yazımızda Batılı düşünürlerden örnekler verdik. Şimdi ise daha Doğuya, Rusya’ya ve Tolstoy’a gideceğiz, elbette daha sonra Batıya dönmek üzere.

Tolstoy’un itiraflarını nedense solcularımız pek sevmez. Oysaki solcuların kendilerine örnek aldığı Bolşevikler için durum farklıydı. Bolşeviklerin dava önderi ve davalarının mimarı Tolstoy idi. Bundan eminiz, çünkü bizzat Lenin söyler bunu. Davalarının haklılığının moral ve vicdani temaları bizzat yaşarken bir aziz mertebesine ulaşan Tolstoy tarafından atılmıştı.

Peki, nasıl?
“Ortodoks Hıristiyan inancına göre vaftiz edildim ve eğitildim. Çocukluk yıllarımda, ergenlik ve gençlik dönemimde Ortodoks inanışları doğrultusunda öğrenim gördüm. Fakat 18 yaşına geldiğimde üniversitenin ikinci yılında okulu bıraktım. Bana öğretilenlerin tümüne olan inancımı kaybetmiştim.” (Tolstoy, İtiraflar, s. 1)

1. Tolstoy bildiğiniz ateist olmuştur, ona göre o yıllarda din ‘masallar ve hakikati gizleyen öğretiler’ ile doluydu.

2. Tolstoy kendi ülkesinin azgelişmiş, halkın bilgisiz, cahil ve kandırılmış olduğunu düşünmektedir.

3. Bilim ise Batıdan gelmekteydi ve kendi ülkesindeki öğretiler bunların uygulanması sırasındaki binbir acayipliklerle dolu, egemen sınıfın kendi meşruiyetini sağlamak için bilimi işine göre kullandığını düşünmekteydi.

4. Daha da önemlisi, çocukluk yıllarından itibaren iman ve dine sadakat konusunda hiçbir zaman ciddi bir yaklaşımı olmamıştı, yalnızca öğretilenlere uymuş, büyüklerinin davranışlarını taklit etmiş, dinin esasından farklı olarak pozitif bilimlere eğilim göstermişti.

5. Şimdi halkı aydınlatmak gerekiyordu, bunun için ise Batılı bilimleri öğrenmek ve kendisinin de yetenekli olduğu şekliyle bunları özellikle edebi dünyada romanlaştırarak halkın eğitilmesine katkıda bulunmak istiyordu.

6. Ayrıca felsefe ve anlam aranışları, ahlaki olarak doğruluk gibi öğeler ve yüksek sanat konularında ise Batıyı kendine örnek almıştı.

Bütün bu değerlendirmeleri ve sonuçları tamamen sadık biçimde kendi hayatında uyguladı. İnsanları tanımak için yaşamın içine girdi. Hazlarını yaşadı, güçlü ve kuvvetli bir erkekti. Soyluydu, parası vardı, bunlara unvanlar ekledi.

Sonrasında ise bu üne büyük paralar da getiren edebi başarılarıyla çağının büyük yazarlarından biri oldu. Artık yalnızca Rusya’nın değil, yaşadığı dönemde dünyada en çok para kazanan yazarlardan biri oldu. Eserleri Batılı dillere çevrilmekteydi ve Tolstoy’un kendisi de birçok Batılı dili mükemmel derecede okuyacak, konuşacak ve yazacak denli iyi biliyordu.

Orta yaşta, epeyce çapkınlık yaptıktan, epeyce hazzını yaşadıktan ve sosyal ün ve sıfat kazandıktan sonra soylu birine yakışır biçimde evlendi, çocukları oldu. Artık Rusya’da Çardan daha ünlü ve hatta daha meşru bir yaşama sahipti.

Çünkü bizzat soylu sınıfı içinde bile sözü Çardan daha güvenilirdi; Çar hakkında kapalı kapılar ardında söylenilenlere bakılırsa, soyluların bile sözüne ve özüne güvendikleri saygı sözleriyle konuştukları biri olmuştu Tolstoy.

Tolstoy, ‘Yaşamın Anlamı’ sorusuyla yüzleştiğinde ve bütün yaşadıklarını ‘anlamsız bulduğunda’ ününün doruğundaydı. Hiçbir bunalımı yoktu, hatta sağlık yönünden bile gücü kendi soylu-burjuva-aristokrat çevresinde bile ‘dedikodu’ konusu olmaktaydı. Hayatının hiçbir döneminde sporu bırakmamıştı, bedenine çok iyi bakmıştı. Çok etkili konuşmaktaydı, kültürü ve davranışlarıyla en soylulara bile örnek olacak denli iyi eğitilmişti. Kısaca kendi deyimiyle ‘mutluluğa doymuştu.’

Bu anlamda birden içine bir kurt düşmüştü: Ölüm duygusuyla yüzleşmek sadece bunlardan biriydi. Burası Bolşeviklere örnek olamazdı. Bolşeviklerin ahlaki mimarı olmasına olan sorusu ise bizim için çok kritiktir:

1. Tolstoy içinde yetiştiği, en başarılı üyelerinden biri olduğu soylu-burjuva-eğitimli çevrenin ikiyüzlü ve yalancı olduğunu anladı!

2. Tolstoy için ikinci kritik bunalım nedeni ise insanlık için evrenseldir: Tolstoy sanatında çok hünerli olduğunu ispatlamıştı;

i) Ama sanat ne içindir?

ii) Yazar romanlarını kimin için yazardı?

iii) Dürüst, onurlu ve kalıcı olan nedir?

iv) Halkını azgelişmiş ve cahil olarak görenler mi haklıydı yoksa o yoksul ve eğitimsiz halk ‘milletin efendisi mi’ idi?

Bu soruların peşinde azap içinde yaşadı, Batılı sanatın ve sanatçıların, kendi sınıfının verdiği yanıtların hiçbirisine artık inanmamaktaydı!